• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/

İstanbul Van Dayanışma Platformu

Video Arşivi
Araştırma Yazıları
Günün Sözü










TAM EKRAN YAPIN
Arkanıza Yaslanın 
Yumun Gözlerinizi..

 

Haftanın Kitabı

Muhteşem Resimler DEVAM

IslamicART 1    3
Hava Durumu
Takvim
Üyelik Girişi

Mustafa Akman

HADİS - SÜNNET İLİŞKİSİ VE TOPLUMUN ALGISI - I

03 Aralık 2012, 16:42
HADİS - SÜNNET İLİŞKİSİ VE TOPLUMUN ALGISI - I
Mustafa AKMAN


 
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Elçi aleyhisselam'ın güzel örnekliği (sünneti) hakkında yazı yazmak çok geniş ve derin bir kuyuya dalmak gibidir. Zira bu, bir nevi şu kadar zamana yayılmış ve en az bir o kadar zevat tarafından kaleme alınmış devasa mirası elden geçirmek ve bu mirasın kültürel kaynaklarını incelemek demektir.
Bu nedenle biz, hadis ve sünnet ilişkisine dair hazırladığımız bu yazıda, yatay ve dikey olarak ucu bucağı gayet geniş olan bu alanda en azından zaman olarak kaybolmamak, makul sürede okuyucunun istifadesine mümkün olan en iyi çalışmayı sunabilmek için çalıştık. Şüphesiz ki ‘hadis - sünnet ilişkisi’ne dair sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek ve toplumun algısı hakkında vakıayla örtüşen bir kanat sahibi olabilmek için geçmişten bu yana süregelen incelemelerimizde baktığımız temel kaynakların büyük etkisinin yanında mevzu ile ilgili çok sayıda yakın dönem kaynaklarını da gözden geçirdik. Esasen bunlar da çoğunlukla devasa külliyatı incelemiş ve böylece kanaat sahibi olmuş kişilerin ortaya koyduğu değerlendirmelerdir.
Rasulullah'ın, Kur'an'ın biçimlediği tutum ve davranışlarından oluşan model olarak algıladığımız sünnetini Kur'an ‘usve-i hasene’ (Ahzap 33/21) olarak niteler. Kitab-ı Kerim'in teyidinden geçmiş bu sünneti bize aktaran araçlardan biri de hadistir. Daha farklı bir ifade ile sünneti, siyer gibi diğer araçların yanında -nispeten- bir de hadisler yoluyla öğreniriz ya da şöyle: yerleşik genel kanaate göre sünnete, daha çok hadisler yoluyla muttali oluruz. Ancak sünnet denilenin yaşamsal olarak tevatüren bize ulaşmış peygamber pratikleri olduğu bilinmelidir. Buna göre -konumuzun da özelde toplumumuzdaki yerleşik hadis sünnet ilişkisini değerlendirmek olması hasebiyle- bunlardan birinin (hadis) ötekinin nakil araçlarından biri olduğunu söylememiz mümkündür, diye düşünüyoruz.
Keza kanaatimize göre sünnet kavramı, peygamberin şahitlik/ tanıklık sorumluluğuyla örtüştürülerek algılanmalıdır. Değilse sünnet kavramı zihinlerde sadece ibadetlerle, ahlakla ilgili bir olgu halinde duracaktır. Bilindiği gibi Kur’an, yaşadığımız sosyal, ekonomik, kültürel vb. sorunlar karşısındaki hareket modelimizi belirleyen bir rehberdir. Peygamber aleyhisselam da onu, kendisini görevlendiren Allah’ın gözetiminde yaşama aktararak şahitlik (tanıklık) sorumluluğunu yerine getirdiğine göre, bu Rehber’e muhatap olanlar, hazır durumda bizler, içinde bulunduğumuz bu toplumda şahitlik sorumluluğumuz çerçevesinde bu Kur’an vahyini nasıl sosyalleştireceğimiz hususunda O'nun (s) sünnetini, O'nun şahitliğinde aramayı esas bilmek durumundayız. Bu nedenle ‘şahitlik’ yapmakla mükellef müslümanların da klasik yaklaşımlardan farklı bir şekilde ‘sünnet’ kavramıyla alakalı olarak kendilerini şu şekilde sorgulamak durumundadırlar: Peygamber aleyhisselam içinde yaşadığı Mekke ortamında ilk inen ayetlerden itibaren, gündeme gelen ya da karşılaştığı her tür pozisyona karşı nasıl karşılık verdi (şahitlik etti)? İşte bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar bize ‘sünneti’ tanımlayacaktır. Çünkü sünnet, O’nun şahitlik sorumluluğunda sergileniyordu. Bu yüzden Kur’an Resul (s) için en güzel örneklik nitelemesinde bulunuyor. Sünnetin ibadet, ahlakla ilgili boyutu da zaten bu şahitliğin içinde mündemiçtir. Nitekim yapılan ‘siyasal eylemler’ bu yüzden ibadet olarak telakki edilmek durumundadır. Hem böylece ‘sünnet’ kavramı aslî boyutlarından biri olan ‘siyasî’ hüviyetini de elde etmiş olacaktır.
Biz bu çalışmamızda, olabildiği kadarıyla, sünnetin gerekliliği ile ona bağlılığın zorunluluğunu ve onu öğrenme yollarından biri, hatta toplum nezdinde bilinen yegâne ve dolayısıyla en makbul durumdaki rivayetlerin (hadislerin) ise hem rivayeten ve hem de manen mutlaka gözden geçirilmesi, Kur'an'ın mefhum ve mesajı doğrultusunda değerlendirme ve sağlamasının yapılması lüzumunu ifade etmekteyiz.
Bu hususun gereğine olan inancımız, halk içinde, onlarla beraber geçirdiğimiz yılların semeresi, bu halka vaziyet eden ‘büyükler’inin ifade ve kitaplarına yansıyan hadis (ve sünnet) ve resul (ve risalet) anlayışlarının taşıdığı zaaf ve garabetten kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, meslek dersleri öğretmenliği yaptığım ve daha çok dini bütün ailelerin evlatlarını gönderdikleri İHL ve Açık Öğretim İHL'lerde okuyan öğrencilerin sahip oldukları peygamber ve özellikle hadis anlayışları da etkili olmuştur.
Burada okuyucunun affına sığınarak kitlesel bir zaafiyetimiz hususunda şöylece bir serzenişte bulunmak istiyorum: İmam Hatip Liselerinde okutulan gerekli gereksiz çeşitli derslerin yanında bir de hadis dersi mevcuttur. Bu derste hadis ve sünnete dair derli toplu bilgiler verilmektedir.
Bu ders kitabındaki bilgilerin hiç değilse bir kısmı toplumumuzdaki yerleşik hadis sünnet anlayışına muhalif gibi durmaktadır. Kitapta anlatılan konular çoğunlukla herhangi bir mezhebi refleks veya tarihte oluşmuş ve izleri bugün de hissedilen herhangi bir ekolün söyleminde mahsur kalmamaktadır.
Kitap, böylesi yaklaşımlarını, kendi mantık örgüsündeki tutarlılığıyla işlediği halde, bu bilgilerin muhatabı durumundaki, öğreticisi olarak ilahiyatçı öğretmen ve de öğrencilerin dikkatini çekmemekte ve bu hususta herhangi bir duyarlılığa sevk edememektedir. Ne öğretmen ve öğrenciler ne de bunların mensup olduğu aile ve çevreler bir şekilde tepki göstermektedir. Aynı şekilde bu kitabın öğretisi yönünde etkilenme de söz konusu olmamaktadır. Kısacası ders kitabı, sadece ders kitabı olarak okunmaktadır. Bunun bir nedeni halkın, resmî dine ve dinî öğretiye mesafeli oluşunda aranabilir.
Ancak gerekçesi bu bile olsa -ki yabana atılır cinsten değildir, zira bu hususta 'idare'nin sicili hep tedirgin edici olagelmiştir- yine de bu, haberdar olunan farklı değerlendirmelere mesafeli durmayı, maziden devralınan kulaktan dolma kuru bilgiye dayanıp yeniliklere kapalı kalmayı lüzum ettirmese gerektir.
Bilindiği gibi toplum ve/ya cemaatlere vaziyet eden birçok zevat da dâhil olmak üzere geniş halk kitlelerinin sünnet ve hususen hadis konusundaki yaklaşımı problemli, hadise dair bilgileri gayet ileri derecede zayıf durumdadır. Nitekim insanların yeri geldiğinde dinî meselelerini sorup danıştıkları kişilere (imamlara) uygulanmış bir ankette, bu kimselerin çok büyük bir kesiminin uydurma rivayetlere dahi ayet veya sahih hadis demiş olması da bu durumun halkımızdaki çok derin marazi halini gösteriyor olsa gerektir.
Keza toplumumuzun geneline hâkim sofiyane düşünce ve tutumun dayanağı ve bu yaklaşım tarzının şekillenmesinde etkin çevrelerin el kitabı durumundaki Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî'nin (1813–1893) Ramuz el-Ehadis kitabı üzerinde yapılmış ilmî bir çalışmada, halk nezdinde özellikle de geniş alanda yaygın etkiye sahip bazı çevrelerin başvuru kaynağı durumundaki bu ve benzeri eserlerde nasıl bir hadis ve sünnet anlayışının enjekte edilmeye çalışıldığı görüldüğünde durumun vahameti tüm çıplaklığıyla kendini ortaya koymaktadır.
Bu negatif durumun bir diğer örneği ise Seadet-i Ebediyye olarak lanse edilen Hüseyin Hilmi Işık'ın (1911–2001) Tam İlmihal ve (yayınladığı/ yayınlattığı) diğer kitaplarıdır.* Asker emeklisi kimyager ve eczacı Işık, bu kitabında, Osmanlı dinî ve kültür hayatına etki etmiş çeşitli başucu kitaplarından sadeleştirdiği veya azıcık Arapça düzeyi ile tercüme ettiği ya da ettirdiği bilgilerle toplumun dinî ve kültürel hayatına ‘derin’ bir nizam vermiştir. M. Said Hatiboğlu'nun (1933–…) ‘Düzeltmeye Talip Bozuculuk’ olarak nitelediği bu faaliyetlerinde Işık, ‘Ehlisünnet’ üzerinden koyu bir Haneficilik yapmasının yanında özellikle Osmanlı asırları boyunca birikmiş olan her tür hurafe ve bidati ve konumuz açısından daha mühim olan uydurma hadisleri din diye halka sunmuş ve onları Kur'an ve sahih sünnet kültüründen uzak tutmak adına üstün! bir gayret sarf etmiştir. Bu yetmezmiş gibi İslam tarihi boyunca yaşamış hemen bütün tevhit/ilim önderlerini karalamayı da vazife bilmiştir.
Osmanlı halkının dinî ve kültür hayatı, diğer bir ifade ile halk inançlarının mahiyeti ve dayanakları konusunda doktora çalışması bulunan Hatice Kerpetin Arpaguş'un tespitleri de gösteriyor ki Osmanlı halk inançları, hem içerik olarak Kur'an kültüründen çok uzak ve hem de referans olarak hemen tamamıyla uydurma ve zayıf hadislere dayalıdır. Envar'ul-Aşıkin'iyle, Müzekk'in-Nüfus'uyla, Kara Davud'uyla, Tenbih'ul-Gafilin'iyle, Mevlid'un-Nebi'siyle, Mektubat'ıyla, Delail'ul-Hayrat'ıyla, Marifetname'siyle Osmanlı halk inançlarına kaynaklık eden kitaplar hemen bütünüyle zamanın biriken hurafe tortusudur. Bunlarda uçuk kaçık bir peygamber ve sahabe algısı, konu olarak da Peygamber (s) örnekliğinden uzak bir dinî hayat tasvir edilmektedir. İşte bu kitapların Osmanlı sonrası dönemini imleyenlerden birisi ve adı geçen kitapların ve dolayısıyla inancın varisi Seadet-i Ebediyye ve benzeri kitaplardır.
Geçmiş dönemler halk inançlarının en yaygın ve önemli varislerinden biri de Said Nursî'nin (1873–1960) Risaleleri'dir. Risaleler devraldığı mirasa sadık kalmakla yetinmemiş en az bir o kadarını da ilave ederek kendine özgü devasa bir inanç yumağı oluşturmuştur. Genelde doğu medrese mollalarında görülen hadis bilgisi yetersizliği ya da Kur'an'a garip sünnet anlayışının bir izdüşümü görülmektedir Said Nursî'de. Nursî, Külliyat'ında, tasavvuf felsefesi ile Şia düşüncesinin birebir örtüşen örtüşmeyen hemen bütün unsurlarını işlemenin yanında, yığınla uydurma hadise referans değer biçmiştir. Üstelik bununla yetinmemiş belki biraz da yaşadığı netameli yaşam serüveninden mütevellit olarak bir o kadar da kendini ve kitaplarını imleyen işaretler keşfetmiştir. Bu manada o, kitaplarında Ali'yi (r), asırlar sonrasında kendisini tayin ve tespitle memur kılmıştır adeta.
Bu durum, biraz da yaşadığı ortam ve konjonktürden dolayı sürüklendiği bir mecra olabileceği gibi, İslam adına söylemi olan herkesin rahatlıkla buharlaşabildiği o dönemde, bir ‘derin’ proje çerçevesinde yanına yerleş(tiril)en ve daha sonraları ‘has talebeler’ olarak nitelenen kimselerin, devletin geleceği adına sürdürülen faaliyetleri ile gelişen ‘ortak bir çalışma’ neticesi mi olduğu pek kestirilememektedir. Tasvibi olanaklı olmayan bu ‘girdab’a özellikle ikinci ihtimalin mümkün olması ve -bildiğim kadarıyla- bu konuda bahsi geçen kişilerle ilgili yapılmış arşivlere dayanan akademik bir çalışmanın bulunmayışı, bizi böyle bir ‘izah denemesi’ne sevk etmiştir. Elbette burada bir karalama ve çamur atma çabası içerisinde görülmek istemeyiz. Böyle bir ithamda bulunmanın en basitinden niyet okuyuculuk demeye geleceği malumdur. Özetle dediğimiz şudur: Hazır durumda, yaşadığımız bu toplumun genelinde sakat bir risalet/resul ve hadis/sünnet anlayışı yerleşmiş durumdadır. İşte uzun bir arka bahçesi ya da derin bir bagajı olan bu zihniyetin temel referanslarından biri olması dolayısıyla Risalelerde mevcut olan bu anlayışın, nedenlerini bulmaya çalışmak. Zira Risaleler, Osmanlı sonrası halk inançlarına kaynaklık eden temel başucu kitapları durumundadır. Dahası bunlarda kabulü imkânsız çok kapsamlı bir mistik söylem mevzubahistir ve kitleler bununla bilgilenme yolundadırlar.
İşte biz resmini çizmeye çalıştığımız bu marazî durumu ıslah ve konuya dair bir perspektif sunabilmek gayesiyle okuduğunuz çalışmayı hazırladık. Bununla okuyucuyu hadis merkezli düşünüp davranmak yerine sünnet merkezli harekete yönlendirmek için gayret ettik. Elbette bu, bir hadis aleyhtarlığı - sünnet taraftarlığı zemininde gelişen ya da buna sürükleyen bir çaba değildir. Zira yapmaya çalıştığımız, hadis kültüründen çok Kur'an kültürüne vakıf olmanın gereğine işaret etmektir.
Peygamber (s) algısının duygu merkezli ve dolayısıyla beşer üstü bir varlık olarak konumlandırılması suretiyle, Nebi aleyhisselam'ın geçmiş peygamberlerin salikleri ile yarışa girmek hususundaki uyarısını çoktan boşa çıkardığı belli olan kitlelere böylesi bir çalışmanın iletilmesi bir görev olsa gerektir.
Üzücüdür ki halkımızın büyük bir ekseriyeti tam da burada, bu yerde durmaktadır. Bu nedenle, halkın Peygamber (s) algı ve kabulünün Kur'an merkezli düşünce boyutuna taşınabilmesi için elden gelen gayreti esirgememek gerektir. Zira cumhuriyet dönemi yani bugün halk inançlarına kaynaklık eden kitaplar, ne acıdır ki Osmanlı veya daha önceki dönem halk inançlarına dayanak olan kitaplardan farksızdır. Dün Mektubat'tı, Delail'ul-Hayrat'tı; bugün onların yanında Seadet-i Ebediyye'dir, Külliyat'lar vesairedir. Toplumun, sağlıklı bir Kur'an kültürüne ve bunun yanında peygamber algısına ulaştırılması adına bu tür kaynaklarda verilen anafordan ve belki de bu kitaplardan haberdar edilip uzaklaştırılması gerektir. Çünkü ortada şöyle bir garabet vardır: O günün Mekkelileri Allah'ın Elçisi'ne insan olduğu için, insana özgü özelliklerinden dolayı itiraz ediyor, karşı geliyorlardı. Bugün biz ise var diye reddedilen O Güzel Örneğin bu evsafının olduğunu anlatmakla meşgulüz.
Keza o Mekkeliler, O'nun, -ayetin (Necm 53/2) deyimi ile- arkadaşları olduğunu görüyor, kendilerinden, kendileri gibi bir insan olduğunu bildiklerinden ona itiraz ediyor, karşı çıkıyorlardı. O'nun üstün ahlakî özelliklerini tasvip etmekle, nitekim bu nedenle O'na (s) el-Emin demekle beraber, O'na itiraz ediyor ve O'nun mecnun olduğunu, sahibi olduğu iddialarının uydurma olduğunu söylüyorlardı. Kur'an ise geçmiş peygamberlerden ve yine kendilerinin atalarından tevarüs ettikleri ve dolayısıyla yabancısı olmadıkları risalet kültüründen bahisle bu türedi anlayışlarını ıslah etmeye çabalıyordu. Bu bağlamda mesela: Muhammed, sadece bir elçidir. O'ndan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz gerisin geriye mi döneceksiniz(Al-i İmran 3/144) diyordu Ulu Allah. Gel gör ki bugün manzara tersyüz olmuş, insanlar O'nun aleyhisselam, ‘Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnızca bana … vahyolunuyor(Kehf 18/110) demesine aldırmıyor. O'nun adına nurlar (Nur-ı Muhammedî/ Hakikat-ı Muhammedî) icat ediyor. Kimisi bu nuru çöle indiriyor (Çöle İnen Nur) ve kimisi de tutup sonsuzlaştırıyor (Sonsuz Nur).
Son olarak şunu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Biz bu çalışmamızda olabildiğince bir durum değerlendirmesi, yaşanan -bizce olumsuz- halin tespitini yapmaya çalışıyoruz. Gerek doğrudan adını açarak bir kısım düşüncelerini eleştirdiğimiz gerekse çevre/camia olarak yanlışlarını imlediğimiz, felsefik duruş ve zihinsel yapılarını olumsuzladığımız kesimlere şartlı bir yaklaşımımız olmamıştır. Her yapı ve şahsın bütün yanlış ve eğriliklerinin yanında doğru ve güzel taraflarının da bulunabileceğini peşinen kabul ettiğimizi belirtmek isteriz. Burada yapmaya çalıştığımız konumuza (hadis/sünnet ve resul/risalet) münhasır bir durum değerlendirmesi yapmak, doğru bildiklerimizi okuyucuyla paylaşmak ve paylaştığımız bu hususlara muhalif düşünen/yaklaşan bazı somut örnekler üzerinden okuyucuyu aydınlatmaya çalışmak olmuştur. Değilse okuyucuda bahsi geçen kişilere yönelik bir ön yargı oluşturmak değildir.
Bütün söylediğimiz, bahsettiğimiz konunun nasıl anlaşılacağı ve aynı mevzuda farklı söylem ve iddialara sahip kişiler/kesimlerin varlığı, hatta belirtilen -kanımızca- olumsuz yaklaşımın yaygınlığıdır. Sahih düşünce ve inanç adına dikkatli ve duyarlı olunmasını sağlamak esas gayemiz, Kur'an merkezli yaklaşımın temini, hedefimizdir.
* Burada okuyucuya şu hususu hatırlatmakta fayda görüyoruz: Bu ifadelerle ve anlatımla biz belli bir şahıs, kitaplar bütünü veya çevrenin dedikodusunu yapmak niyetinde değiliz. Keza bu çalışmanın amacı herhangi bir çevreyi veya ileri gelenlerini karalamak da değildir. Nitekim münhasıran bir Said Nursî veya külliyatının eleştirisini de hedeflemedik. Zaten bunu yapan konuya dair müstakil ilmî çalışmaların varlığı bilinmektedir. Burada ve çalışmamızın bütününde gayemiz bir zihniyet muhasebesi yapmaktır. Kanımızca doğru olan düşünce ve yaklaşımı anlatmak ve buna ters düşen seçenekleri daha iyi anlaşılacağı beklentisiyle örnekler üzerinden göstermeye çalışmaktır. Buna göre bu kitabımızın bütününde yeri geldiğinde isimlerini açarak kendilerinden bahsettiğimiz zevatın şahıslarına değil, yaklaşım ve algı tarzlarına yönelik bir tespitte bulunmaktayız. Değilse kendileri ve cemaatleriyle ilgili bir genel değerlendirme yapıyor değiliz. Onlara atıf yapmaktaki tek gerekçe o esnada olumsuzladığımız konuların kanımızca en uygun örneği olmalarıdır.

 

 Mustafa AKMAN Hocamızın 
Kur'ani Hayat dergisinde çıkan yazılarını bu linkten tâkip edebilirsiniz. 

 




Resmi İdeolojinin En Zayıf Halkası: Kürt Sorunu - Mustafa AKMAN

Ocak 11, 2011 yazan khd

ELEŞTİRİ

RESMİ İDEOLOJİNİN EN ZAYIF HALKASI: KÜRT SORUNU

Mustafa AKMAN
makman64@gmail.com

1988-89 yıllarıydı, İstanbul-Ümraniye Bir Mayıs (yeni ismiyle Mustafa Kemal) mahallesinde geçici olarak ikamet etmekteyim. Doğunun … kentinin bir köyünde yaşamakta olan annemle ankesörlü telefon ile konuşuyoruz. Hal hatır soruyoruz. Doğal olarak duygularımızı tarif etmek için, annemin kendisini rahat ifade edeceği Kürtçe ile konuşuyoruz. Dahası onun, çocukluğumda bana öğrettiği dil ile annemle, anamın dili ile gurbet özlemimizi gidermeye çalışıyoruz.
Hal ve vaziyetimize dair konuşuyorken araya santralden bir görevlinin huzurumuzu kaçıran soğuk buyruğu girdi:
–Beyefendi, telefonda Kürtçe konuşuyorsunuz. Kürtçe konuşmak yasaktır. Devam ederseniz telefonunuzu keserim.
–Beyefendi, siz kimsiniz? Ne hakla telefonumu kesiyorsunuz? Aradan çekilir misiniz? Ben annemle nasıl anlaşacağım?
–Beyefendi, onu bunu anlamam Kürtçe konuşmak yasak. Devam ederseniz, telefonunuzu keserim.
–Bunu yapamazsınız. Başka çarem yok. Konuşmaya devam edeceğim. Kesiyorsanız, kesin.
Ve telefon kesildi.

Yapabilmişti. Annemle aramıza girmişti. Kürtçe konuşmamızı engellemişti, devletin vazifesine sadık memuru.
Bugün gibi hatırlıyorum, Türkçesi düzgün, ifadesi nazik o memurun hayatımıza vurduğu darbeyi. Ne de olsa bir devlet geleneğiydi darbe; hayata, yönetime, siyasete, özgürlüklere, dile, kılık kıyafete… İşte o da bu törenin görevlisiydi.
Aradan yaklaşık yirmi sene geçti. Bugün demokratik açılım çerçevesinde Kürtlere birtakım hakların verilmesinden bahsediliyor. İnsanın kendi başına bela alması bu olsa gerek. Tarihin beraber yaşamaya başladıkları döneminden itibaren sayılır ki sorunsuz bir şekilde yaşamış olan kardeşlerden biri ötekine sınırlamalar koyuyor, hayat alanını daraltıyor. Sonra umursamıyor, görmezden geliyor. Asimile ediyor, yok sayıyor. Bu çerçevede ayak uydur(a)mayanı küçümsüyor, hakaret ediyor, olmadı çeşitli şekillerde imha etmeye çalışıyor.
Derken zaman geçiyor ve 80 sene boyunca uygulanan bu inkâr ve Türkleştirme politikasının fayda vermediğini, beklenen sonuç yerine uyguladıkları yanlış politikalarla, sadece bu kardeşlerin arasını açtığını ve nerdeyse kitlesel ölçekte birbirlerine düşman kesildiklerini gören toplum mühendisleri, çaresizlikten olacak, bu kez kendileri arka planda durarak sorunun çözümünü siyasilere terk etmiş gözükmektedirler. Çok da isabet etmektedirler. Dahası herhangi bir tarafından hiçbir surette müdahil olmamalıdırlar. Hâlihazır durumda çözüm, siyasiler eliyle Meclis’te olmalıdır. Lakin geleneğimizde örneği çokça görülen; iki adım ileri beş adım geri misali değil elbette.
Zira bu durum, yakmalara, yıkmalara, cinayetlere neden oldu. On binlere varan canlara, bir o kadar faili meçhullere, sürgünlere ve envai türlü mağduriyetlere sebep oldu. Hem bu sebepten ve hem de nerdeyse dünyanın küresel ölçekte tek merkeze dönüştüğü, değişimin önünde hemen hiçbir şeyin duramadığı, totaliter uygulamaların zorlaştığı günümüzde fiili durumun devam edemeyeceği gerçeği ciddi manada bir açılımı gerektirmektedir.
Ne oldu?
Kardeşler, Osmanlı’dan itibaren birlikte yaşadıkları Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet’ten sonra ilan ettikleri Cumhuriyet döneminde de yan yana eşit statülerde yaşayacaklarını sanırken bunlardan biri, ötekinin bir gün bağımsızlık gibi bir düşünce ile başına bela olacağı vehmine kapılarak, onu gösteren ve ona işaret eden her şeye yasak koydu. Esasen bu kuruntunun da nedeni yine kendisi idi. Çünkü teoriler üreterek kendinden menkul yüceliğini, eşsizliğini ilan ediyordu.
Uzun zaman onların yaşadıkları bölgeye hizmet götürülmedi; bu paranoya dolayısıyla yatırım yapılmadı. İşte bu durumda bile Kürtler, Türklere itaatlerini sürdürmede, sevgilerini ızhar etmede geri durmadılar. Onlara özendiler ve onlar gibi olmak istediler, yerlerine yurtlarına bir Türk geldiğinde ilaveten izzet ve ikramda bulundular, yeter ki bu gelen Türk kardeşleri kendilerine sıcak davransın, yakın dursundu. Ama ne mümkün, özellikle asayişle görevli olarak gelenler ile bir kısmı dindar kafatasçı eğitimciler, halk ve halkın çocuklarına olabildiğince mesafeli, buyurgan ve sindirmeye ant içmiş gibi bakıyorlar(dı).
Burada şunu belirtmekte fayda vardır: Cumhuriyet tarihinden bu yana uygulanan seküler ve radikal evrimci eğitim sistemi dolayısıyla dinî anlayış ve yaşantıdan uzaklaşan insanların, biraz da küçülen dünyadaki değişim dalgası ile bilinç düzeylerinin yükselmesi ve olaylara lâdinî bir pencereden bakmaya başlamalarıyla kendilerine, ırklarına ve yörelerine yönelik artık tahammül edemedikleri muamelelere tepki koymaları, derken bu tepkilerini bütünleştirip çeşitli olaylarla ispat-ı vücut etmeye çalışmaları esas konumuz değildir.
Burada, Türk’üyle, Kürt’üyle hayatlarını dinî duygularla sürdüren insanların, Kürtlerin maruz kaldığı bu serüvene dair tutumlarını değerlendirmeye çalışacağız.
Cumhuriyet’in kurulmasını müteakip toplumun ekseriyeti, kurucu kitlenin dayattığı anlayış ve öngördüğü hayat biçimine mesafeli durdu. Devraldığı geleneksel dindarlığıyla hayatını sürdürmeye çalıştı. Geleneksel dindarlık çok da dinî esaslarla uyuşan bir yapıda değildi elbette. Hurafelerle dolu salt kültüre dönüşmüş bir halde idi, ancak yine de içinde ırkçılık rengi veya şu ırkın ötekine tahakküm ve tahkiri düşüncesini barındırmıyordu.
Halk karşılaştığı baskılara çoğunlukla ilgisiz kalarak göğüs geriyordu; ancak bu arada dini öğrenme kaynakları tükeniyor ve dini öğreneceği zevat yok oluyordu. Kendilerine, din eğitimi almamış, sermayesi kültür İslam’ından ibaret insanlar vaziyet etmeye başlıyordu. Hem kültür İslam’ının yozlaşmaya ve empozelere açık olması ve hem de kimisi kendinden vazife bilerek iyi niyetle, kimisi de statükonun tayin ve yönlendirmesiyle önde giden insanların risk almadan istediklerini rahat yapmak adına devletle uyum içersinde çalışması dolayısıyla, bilerek veya bilmeyerek halkın zihnine, devlet ricalinin aşıladığı dışlayıcı, ırkçı ve asimile edici felsefesi, belki de farkında olmadan rahatlıkla yerleşti.
Haliyle bununla daha çok formatlanan, Türk kardeşlerim oluyordu. Ruhlarına sinen bu Türklük mefhumuna çoğu zaman İslam anlamı yükleyerek müsterih de oluyorlardı. Kürtlerden de etkilenen olmuyor değildi; onlar da çoğunlukla Türkleşerek ve bazen ilaveten Hanefileş(tiril)erek aynı duruşa sahip oluyorlardı.
Fakat bu duruma genel manada Kürtlerin cevabı daha farklı olmuştu. Bir kısmı, ateist zeminde neşvünema bulan bir hareket başlatıp sürdürdü. Bu hareketin bütün Kürtleri temsil ettiği zannı külliyen yanlıştır. Ne var ki Kürtlüğünü inkâr eden veya unut(turul)muş olanların dışında kalan Kürtler, genel olarak karşılaştıkları haksızlıklara binaen ya az bir kısmıyla o harekete katıldı veya kahir ekseriyet kerhen destek verdi. Bunun istemeyerek olduğunun alameti, dertlerine deva olacağı zannıyla Ak Parti’ye ilk seçimde verdikleri destek idi. Nitekim yaşadıkları hayal kırıklığı son seçimde, hâlâ ümitli olanların dışındakilerin desteğini çekerek DTP'ye dönmüş olmalarıdır. Görüyor ve inanıyorum ki bu insanların, PKK’nın felsefesini benimsediklerinden değil, başka bir şefkat eli bulamamış olmalarından kaynaklanan bir beraberlikleri söz konusudur. Zira kendilerini, içinde buldukları bir sorunla karşı karşıyadırlar. Zaten PKK denilen de bu sorunun bir sonucu değil miydi?
Şimdi, bu şefkat elinin, Türk din kardeşlerinin oluşturduğu cemaat ve cemiyetlerden gelmiş olmasını bekleyen diğer Kürtlerin cevabına sıra geldi.
Yanılmıyorsam 1984 yılıydı, okuduğum ilahiyat fakültesinde Arapça dersimize giren Karadenizli bir hocamız vardı. Bugün gibi hatırlıyorum; sınıfımızın ekseriyetinin Kürtlerden oluştuğunu hocamız da fark etmiş olacak ki derslerde gözlerimizin içine baka baka Kürtlere adeta küfrediyordu. Arapça yerine, kendisini Kürt sananların hizaya gelmek adına yapmaları gerekenleri ve neden yapmadıklarını ise tahrik edici küfürlerle anlatıp duruyordu.
Çok sıradan ve basit bir örnek olan bu anekdot, Kürtlerin hayatları boyunca çeşitli türevleriyle bolca maruz kaldıkları bir durumdu. Böylesi iğrenç durumlara bu defa tersinden Kürt milliyetçiliği/ırkçılığı yaparak tepki gösterenler olmuştur. Nitekim bu nedenle şimdi hâlâ dağda bayırdalar.
Irkçılığın doğru olmadığına kanaat eden diğer Kürtler ise bu tür muamele ve söylemleri görmezden, duymazdan gelmeye çalışıyorlardı. Netameli bir konuydu, rahatlıkla ırkçılık damgası yiyebilirlerdi. Bu sebepten, hoşlarına gitmese bile, sükût ediyorlardı. Oysa kendilerinden bu tür ithamlara maruz kalacakları kimi Türk kardeşleri, çoğunlukla daha ileri düzeyde ırkçılık boyası ile boyanmışlardı. İşin kötü yanı ekseriyeti bunun farkında bile değildi. Değil mi ki çocukluklarından itibaren kanıksamış oldukları Türk Devleti, Türk Ordusu, Türk Lirası, Türk Hava Yolları, Türk Dil Kurumu, Ne Mutlu Türküm Diyene vs. nevinden yığınla etnisiteyi işaret eden ifade ve slogan bombardımanına maruz kalmışlardı. Nitekim ülkede yaşayan Laz’ıyla, Çerkez’iyle diğer bütün etnik unsurlar hemen tamamıyla asimile edilebilmişti. Sorun biraz da bunları İslam’ın kendisi olarak algılayan geniş bir dindar kitlenin varlığıydı.
Yanlarında bir sebepten Kürtçe konuşması icap eden Kürt kardeşlerini, ikinci kanala geçmekle kınayan, hayat hakkı tanımayan bu Türk kardeşler ne yazık ki bu kardeşlerinin ikinci kanal dedikleri dilini değil öğrenme, tanıma lûtfunda dahi bulunmadılar. Geniş coğrafyamızda muazzam nüfusu teşkil eden insanların hepsi için konuşmak mümkün değil elbet. Lakin laik ve sol tandanslı olanlar dâhil Doğu’ya yolu düşen, Doğuluyla teşrik-i mesai eden insanların çoğu bu dil ve kültür ile ilgilenmeyi abes görmüştür.
Oysa bu hem anadilin yasaklanmasının ne ağır bir cürüm olduğunu düşünmeye ve hem de anadillerinin yanında başka bir dili rastgele, kırık dökük öğrenmeye mecbur kalan bu insanların gerek eğitimlerinde gerekse mesela hastane gibi resmi dairelerde çektikleri eziyeti anlamalarına vesile olurdu. Daha önemlisi resmi dayatmanın dışında halk olarak içten bir kaynaşmaya neden olabilirdi.
Gerçi Türk kardeşler Kürt kardeşlerinin çektiği bu eziyeti yakinen görüyorlardı. Evde Türkçe bilmeyen ana-babadan önce anadillerini öğreniyorlardı. Daha sonra zorunlu olarak gelişigüzel bir Türkçe ve bununla hayatlarının sınavlarına (SBS, ÖSS vs.) giriyor, beyaz insanlarla yarışmak durumunda kalıyorlardı.
Aslında örnekleri çoğaltarak apaçık olan durumu detaylarda kaybetmeye gerek yoktur. Demeye çalıştığım şudur: Maalesef bu açılım sürecinden önceki dönemde bu durumu kendine dert edinen herhangi bir dinî cemaat ve dinî cemaat önderi veya dindar yazar çizer, kanat önderi yahut ilahiyatçı olmamıştır. Kıyıda köşede istisnalarının olabileceği doğrudur. Fakat burada kastım daha çok ülke çapında yaygın, çeşitli medya olanaklarına sahip dinî gruplardır.
Yapmaya çalıştığım içerden bir özeleştiridir. Dindar Türk ve Kürt aydınlarının mesafeli duruşunu ya da hiç umursamayışlarındaki garabeti eleştirmektir. Çünkü aynı çevrelerin, dünyanın muhtelif yerlerindeki benzer baskılara tepki gösterirken, burunlarının dibindeki bu halkın yaşadığı trajediyi göz ardı etmeleri, İslami ilkelerle ne kadar bağdaşır durumdaydı? Sözgelimi aynı çevrelerin Bulgaristan’daki Türkler için talep ettikleri haklardan, yanı başlarında yaşayan Kürtlerin yararlanamıyor olması hangi dinî umde ile izah edilebilir idi? Yoksa yine mesela birinciler seçilmiş milletten miydiler?
Bu anlattıklarımdan en az bir kısmının bugün artık ifade edilebilir ya da sağlanmış olduğu ve kimi dindar çevrelerin konuyu şurasından burasından sahiplenmeye başladığı söylenebilir. Ancak benim anlatmaya çalıştığım atı alanın Üsküdar’ı çoktan geçtiğidir. Demeye çalıştığım şudur:
Özelde biz Kürt dindar kişi ve çevreler, Türk kardeşlerimize uyarak dış dünyada olup biten benzerleriyle uğraşırken kimimizin de maruz kaldığı fiilî durumu es geçtik. Bu biraz da ırkçılık töhmetinden berî olmak adına sergilenen bir tutumdu. Ancak başat neden, aslında din kardeşliği edebiyatıydı. Elbette adil İslam’ın ve dolayısıyla nezih din kardeşliğinin sorunun üstesinden rahatlıkla gelmesi mümkündü(r). Ne var ki toplumun onu temsil kabiliyeti zayıflamıştı. Üstelik nesiller süren bir zihin yıpranması söz konusuydu. Kaldı ki esasen bir kaç yıldır başlamış olan bu açılım sürecinin öncesine kadar da Türk kardeşlerimize böyle bir sorunun varlığını ifade etmek ihanetle eş değer görülebilirdi.
Bu yaklaşımın sonucu olarak konuyla ilgilenmedik. Çözümüne dair bir projemiz olmadı. Bütün dediğimiz İslam, bu sorunları ortadan kaldırır vs. oldu. Ancak süreç o yönde işlemiyordu. İnsanlar sıkıntıdaydı ve kısa dönem için bu sıkıntılarına bir çözüm önerimiz söz konusu olmalıydı. İlgilenmeyince yaşadıklarıyla baş başa kalan halk, kendisine çözümmüş gibi gelen çağrılara, faaliyetlere ilgi duydu. İşte yazı boyunca söylemeye çalıştığım budur benim; mesafeli duruşumuz, çözüm önerimizin olmayışı ve yaşadıklarını adıyla ifade etmeyişimiz, halkı başka oluşumların kucağına itti. Şimdi dinî duyguları kabarık Kürtleri, başı yazmalı anaları can feda bir şekilde aslında ait olmadıkları etkinliklerde gördüğümde hep bunun vebalini düşünürüm.
Ne olmalı?
Hiç değilse bundan böyle analar ağlamasın diye Kürt halkının kendisini muhatap alan bir açılım olmazsa olmazdır. Nitekim “Demokratik Açılım” denilen, bunun iyi niyetli olduğu görünen bir adımıdır. Ancak bu açılımın salt bir Kürt açılımı ile sınırlı tutulması da yetersiz kalacaktır. Bu açılım çerçevesinde aynı zamanda diğer azınlık haklarının yanında mutlaka kangrene dönüşen başörtüsü sorunu da çözülmelidir. Çünkü Türk’üyle, Kürt’üyle Anadolu’nun en büyük azınlık grubu, bu soruna muhatap olan kitledir.
Buna göre, gözü yaşlı annelerin acıları üzerinden oy avcılığı yapan ve süreci bir rövanş ve tahrik havasına sokarak sabote edecek kesimlere prim vermeden ve ayrıca devlet gücünü kullanarak yeri geldiğinde PKK'nın varlığının besleyicisi olma zannı altındaki örgütlere de pabuç bırakmadan, en üst düzeyde özgürlükleri hedefleyen bir açılım esas olmalıdır. Bunun en ileri düzeyde destekçisi Türk’üyle, Kürt’üyle dinî kişi ve yapılar olmalıdır. Geçmişin vebalini belki böylece telafi etmiş olurlar. Bu hususta bölünme paranoyası yaşamaya ise hiç gerek yok. Artık değişimin yönü, ırk temelinde sınırlar belirlemek yerine AB gibi sınırların anlamını yitireceği milletler topluluğuna doğrudur.
Bu durumda ‘ya sev ya terk et’çiler aynı hikâyeyi okuyacakları yer bulmakta zorlanacaklardır. Ama böylece resmi ideolojinin üretip dayatmış olduğu en zayıf halka, halklar arasındaki en büyük bağlantı noktası haline dönecektir.
Türk ve Kürt halkının yine eskisi gibi aynı çatı altında kardeşler olarak, ama mutlaka eşit statüde, insani kardeşlik zemininde birlikte ve beraber yaşamalarını sağlamak adına ivedilikle yapılması gerekenler birkaç başlık halinde şöylece sıralanabilir diye düşünüyorum:
 Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi.
 Sosyal-siyasal bütün alanlarda Kürtçenin serbestçe kullanımının sağlanması.
 Kamusal alan ve dairelerde Kürtçenin serbestçe konuşulabilmesinin sağlanması.
 Bütün devlet okullarında Kürtçe ve bunun yanında Arapça ve Farsçanın da seçmeli ders olarak müfredata konması.
 Başta ders kitapları ve diğer eğitim-öğretim araçlarının şoven içerik ve görüntüden arındırılıp, ilgili olanlarında Kürtlere ve Kürtçeye de yer verilmesi.
 Alfabeye Kürtçede ve diğer Batı dillerinde kullanılan harflerin eklenmesi.
 Her tür okulda başörtüsüne yönelik uygulanan yasağın kaldırılması.
 Devlet dairelerinde uygulanan başörtüsü yasağının kaldırılması.
 Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana değiştirilen bütün isimlerin iadesi.
 Vaaz ve sohbetlerin Kürtçe verilebilmesi.
 Kürt kökenli öğrencilere üniversitelerin bütün bölümlerinde ek kontenjan sağlanması, yani pozitif ayrımcılık.
 Özel tv ve radyolarda Kürtçe programların yapılabilmesi.
 Yasakçı zihniyetin her tür mağduru ve bütün mahkûmlarına iade-i itibarın sağlanması, verilen zararların telafi edilip, gerekiyorsa tazminat ödenmesi.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE KARDEŞLERDEN BİRİ, ÖTEKİNİN BİR GÜN BAĞIMSIZLIK TALEBİYLE BAŞINA BELA OLACAĞI VEHMİNE KAPILARAK, ONU GÖSTEREN HER ŞEYE YASAK KOYDU.
ÖZELLİKLE ASAYİŞLE GÖREVLİ OLARAK BÖLGEYE GELENLER İLE KAFATASÇI EĞİTİMCİLER, KARDEŞ HALKIN ÇOCUKLARINA OLABİLDİĞİNCE MESAFELİ VE BUYURGAN BAKIYORLARDI.
MAALESEF BU AÇILIM SÜRECİNDEN ÖNCEKİ DÖNEMDE BU DURUMU KENDİNE DERT EDİNEN HERHANGİ BİR DİNÎ CEMAAT VE DİNÎ CEMAAT ÖNDERİ VEYA DİNDAR YAZAR ÇİZER, KANAT ÖNDERİ YAHUT İLAHİYATÇI OLMAMIŞTIR.
YAPMAYA ÇALIŞTIĞIM İÇERDEN BİR ÖZELEŞTİRİDİR. DİNDAR TÜRK VE KÜRT AYDINLARININ MESAFELİ DURUŞUNU YA DA HİÇ UMURSAMAYIŞLARINDAKİ GARABETİ ELEŞTİRMEKTİR.
ELBETTE ADİL İSLAM’IN VE DOLAYISIYLA NEZİH DİN KARDEŞLİĞİNİN SORUNUN ÜSTESİNDEN RAHATLIKLA GELMESİ MÜMKÜNDÜR. ANCAK, YAKIN TARİHTE GELİŞTİRİLEN DİN KARDEŞLİĞİ EDEBİYATI SORUNLUYDU.
DEMOKRATİK AÇILIM ÇERÇEVESİNDE KANGRENE DÖNÜŞEN BAŞÖRTÜSÜ SORUNU DA ÇÖZÜLMELİDİR. ÇÜNKÜ TÜRK’ÜYLE, KÜRT’ÜYLE ANADOLU’NUN EN MAĞDUR GRUBU, BU SORUNA MUHATAP OLAN KİTLEDİR.



Nur-ı Muhammedî Veya Hakikat-i Muhammedîye Teorisi -
Mustafa AKMAN makman64@gmail.com

Şubat 21, 2011 yazan khd

NUR-I MUHAMMEDÎ VEYA HAKİKAT-İ MUHAMMEDÎYE TEORİSİ

Mustafa AKMAN

Dinî-tasavvufî edebiyatımızda Peygamber'in cismanî hayatından ayrı bir varlığından daha bahsedilmektedir. Buna göre Allah'tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için yaratılmıştır. Nitekim felsefî metinlerde ilk akıl, küllî akıl, küllî ruh gibi kavramlar tasavvuf erbabınca Kelime ve Hakikat-ı Muhammediye tabiriyle karşılanmaya başlanmıştır. Bu çerçeveden olmak üzere tasavvufta tenezzülât-ı seb'a ve hazarât-ı hamse diye ifade edilen tecelli safhalarının ikincisi Hakikat-ı Muhammediye olarak bilinir.

Hakikat-ı Muhammedîye veya Nur-ı Muhammedî, Allah'ın ilk defa ve ilk varlık olarak Muhammed'i kendi nurundan yaratması demektir. Geniş halk kitlelerinin, tasavvuf kültürünün de etkisiyle bu görüşü benimsediği görülmektedir. Bu felsefeye göre ilk yaratılan varlık Muhammed'dir. Âdem değildir. Hatta dünya bile O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve her şey ondan yaratılmıştır. Diğer varlıklar derece derece Peygamber'in varlığının bir parçasından oluşmuştur.
Hıristiyanlara özgü İsa (a) inancından etkilenerek ortaya çıkan ve Muhyiddin İbn’ul-Arabî (561/1165–638/1240) başta olmak üzere birçok sûfî tarafından ortaya atılan ve geliştirilen Hakikat-ı Muhammedî ve/ya Nur- Muhammedî inancı, kısaca şöyle de ifade edilebilir:
Vücûd-ı mutlak’ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) ‘hakîkat-i Muhammedî’ adı verilir. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek ‘yaratma’ fiili, vücûd-ı mutlakın, hakîkat-i Muhammedî mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan yaratılmıştır. Buna göre Peygamberin altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur ve Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammedî var olmuş, bütün yaratıklar da bu hakikatten ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Resûl-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Muhyiddin İbn’ul-Arabî’ye göre hakikat-i Muhammedîye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zahir olan ilahî tecellinin ilk mertebesidir.
Diğer bir açıdan esas menşeinin Yeni Eflatunculuk’taki ‘logos’ veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in (ö.215) peygamberlik konusundaki görüşlerine dayandığı ve önce Şii muhitine oradan da tasavvufa geçtiği bilinen bu anlayışın, Kur’an’ın şekillendirdiği peygamber tasavvuru ile uyuşmadığı ortadadır. Buralardan devşirilerek tesis edilen bu felsefeyi, en önemli temsilcisi Muhyiddin b. Arabî’nin (ö.638/1240) yanında, değişik ifadelerle Zünnun el-Mısri (ö.245/859), Abdullah b. Selh et-Tüsteri (ö.283/896), Hüseyin b. Hallac (ö.309/992), Abdülkerim el-Cili (ö.820/1417), Celaleddin-i Rumi (ö.672/1273), Kastalani (ö.923/1517) ve Azîz Mahmud Hüdâyî (ö.1038/1628)'de görmekteyiz.
Hallâc'ta, bütün varlıkların kendisinden feyezan ettiği ilk yaratılan en parlak nur olarak ifade edilen Nûr-ı Muhammedi, İbn Arabi'de evrenin idaresinde tasarruf yetkisi bulunan İnsan-ı Kâmil ve velilerde tahakkuk eden Hakîkat-i Muhammedi şeklini almıştır.
İbn’ul-Arabî’nin yanında, Rabbani’de (971/1563–1034/1625) de aynı felsefe mevcuttur. Rabbanî, Mektubat adlı kitabında, yaşadığı coğrafya olan Hindistan’da yerleşik çeşitli dinî düşüncelerle İslam’ın, ilgi kurduğu kavramlarını sentezleyerek Hakikat-i Muhammedîye anlayışını ileri derecede yayıp savunan biridir.
Zengin bir ilham kaynağı olan Nûr-ı Muhammedî mefhumuna eserlerinde yer veren mutasavvıflardan biri de Azîz Mahmud Hüdâyî'dir. Onun sözlerinden anlaşılan o ki, ilk yaratılan şey, hakikî âdem ve hakikî insan olan hakikat'ul-Muhammediyedir. Buna göre Nûr-ı Muhammediye'ye, ilk tecelli olmasından dolayı ‘taayyun-i evvel’, sevgi tarzında tecelli etmesinden dolayı da ‘taayyun-ı hubbi’ adı verilmektedir. Muhammedî ruh ile nurun bütün insanlardan, peygamber ve meleklerden önce var olduğunu beyan eden Hüdâyî de, Peygamber'i insanlığın manevi babası ve enbiyanın imamı kabul etmektedir. Hüdâyî'ye göre, rûhânî ve cismânî âlemin mertebeleri, Resulullah'ın (s) şerefli vücudunun ortaya çıkışına kadar devam etmiştir. Allah, Resulullah'ın (s) zuhuruyla âlemleri tamamladı ve âlemlerin yaratılmasındaki gaye ortaya çıkmış oldu. Bu sebepten dolayı da vücudu, diğer peygamberlerin sonuna bırakıldı.
Bu anlayışa göre Muhammed (s) bir beşer olarak insan-ı kâmilin en güzel örneğidir. Hakikat-i Muhammediye anlayışı içinde bir beşerin alabildiğine yüceltilmesi, tasavvufta insana verilen değerin bir tezahürü sayılır. Dolayısıyla kemale doğru yol almak isteyenler için Hakikat-i Muhammediye, ulaşılması arzu edilen bir idealdir. Bu manada Azîz Mahmud Hüdâyî, beyitlerinde, Tanrı'nın kendi kudretini kâmil insan aynasından seyrettiğine, ayna hükmündeki kâmil insandan Tanrısal zâtın göründüğüne ve eşyadan örtü kaldırılınca Tanrısal birliğin ortaya çıktığına telmihte bulunmaktadır. O insan-ı kâmili varlığın sırrı kabul ettikten sonra bizleri insanı incitmemeye davet etmekte ve kâmil kişiye ait bir kalbin Kâbe’den eşref olduğunu söylemektedir.
Azîz Mahmud Hüdâyî de diğer mutasavvıflar gibi, Nûr-ı Muhammedî düşüncesini benimseyen sûfîlerdendir. Nitekim o, benimsediği vahdet-i vücûd neşvesinin girift konularını anlaşılır bir üslupla aydınlatmaya çalışmıştır.
Sufilere göre Allah, kendisiyle birlikte hiçbir şey yok iken kendi zatını, kendinin dışındaki varlıklarda görmeyi istedi ve âlemi yarattı. İbn Arabî de, âlemin yaratılışının; dış hakikatlerde tecelli etmek için, Allah'ın zatına olan sevgisi sebebiyle gerçekleştiğini söylemiş ve Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi istedim; bilinmem için mahlûkatı yarattım, şeklinde söylenen ve mutasavvıflar arasında yaygın olan söz ile delil getirme yoluna gitmiştir. Peygamber'e (s) ait oluşu hakkında 'keşfen sahih' dediği bu hadise göre, yaratılışın sırrı, Allah'ın zatına olan bilinme ve tezahür etme aşkına bağlanmaktadır.
İşte bu vahdet düşüncesinin bir devamı olarak görebileceğimiz Hakîkat-i Muhammediye nazariyesine sözlerinde ilk yer veren sufi Zü'n-Nûn-ı Mısrî (ö.245/859) olmuştur. Çünkü ‘yaratılanların aslı Muhammed'in nurudur’ sözü ona aittir. Zü'n-Nûn'un öğrencisi Tusterî (ö.283/896) vasıtasıyla, öğrencisi İbn Salim'in kurduğu Sâlimiye ekolünün temel ilkelerinden biri de en-Nur’ul-Muhammedî’dir. Yine, nazariyeyi kapsamlı bir şekilde ele alıp sûfi çevrelerde yaygınlaştıran Hallâc'ta (ö.309/922) da en-Nur’ul-Muhammedî şeklinde bir terime rastlanır. Ona göre Muhammed’in (s) biri bütün varlıkların var olmasından önce var olan nuru, diğeri peygamber insan olarak dünyaya gelen beşerî olmak üzere iki sureti vardır.
İbn Arabi'deki (561/1165–638/1240) Hakîkat-i Muhammediye ve daha önceki haliyle Hallâc'ın Nûr-ı Muhammedi görüşleri Mevlânâ'yla (ö.672/1273) ayrı bir veçhe daha kazanmıştır. Mevlânâ'ya kadar geçen süreçte, Nûr-ı Muhammedi'nin, bütün varlıkların kaynağı ve ezelî bir nur olduğu; Hakîkat-i Muhammediye görüşünün olgunlaşmasıyla insanın bütün evrenin özü ve her zaman devam ede gelen ilmî ve amelî yüksekliğin kaynağı olduğu ifade edilirken, onunla birlikte insanın, Yüce Zât'ın maşuku olduğu söylenmiştir. Böylece kendisinden önceki Allah'a âşık olmak anlamındaki ilâhî aşkı Hakîkat-i Muhammediye nazariyesiyle birleştirerek Allah'ın kendisine âşık olduğu zat manasındaki mâşuk-ı ilâhî kavramını geliştiren Mevlana ile Hakîkat-i Muhammediye görüşü de farklı bir evreye girmiştir.
Aslında bu tasavvufçular, ilk yaratılan varlık hakkında kendi aralarında bir birlik içinde değildirler. Kimisi ilk yaratılanın Peygamber'in nuru, kimisi aklı, kimisi de onun ruhu olduğunu ifade etmişlerdir. Ne var ki yaratılan ilk varlığın ne olduğuyla alakalı Kur'an-ı Kerim'de ve sahih hadislerde hiçbir açıklama yoktur. Oysa bu gaybî bir konudur ve ancak nasla bilinebilirdir. Bu yaklaşımın aksine naslarda Muhammed'in de insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir beşer peygamber olduğunu öğreniyoruz.
Hakîkat-i Muhammediye nazariyesinin ortaya çıkışı Peygamber'e isnad edilen bir kısım hadislere dayandırılmaktadır. Bu durumda, bahsi geçen hadislerin rivayet ilimleri açısından değerlendirmesini yapmak gerekmektedir. Mevzu sözler ve bazı zayıf hadisler dışında, sahih rivayetlerin hiçbirinde Allah'ın kendi nurundan Peygamber'in (s) nurunu, o nurdan da peyderpey diğer varlıkları yarattığı şeklinde bir düşünceyi ortaya koyan herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır. İlim adamlarından bazıları, bu gibi sözlerin, yabancı kaynaklı felsefî görüşler olan Neo-Platonizm ve Gnostisizm nazariyelerinin bir takım mutasavvıflar tarafından hadis haline getirilmiş şekilleri olduğunu belirtmişlerdir.
Bütün İslam âlemi eski medeniyetlere ait dinî ve fikrî cereyanların bir şekilde etkisi altında kalmış olmakla beraber tasavvufta, genellikle Yunan felsefesinin ve özellikle de Neo-Platonizmin etkisi diğer unsurlardan daha kuvvetli olmuştur. Özellikle İslam coğrafyasının fetihlerle genişlemesi ve farklı din ve kültürlerdeki toplulukların Müslüman olmalarıyla birlikte ilmî ve fikrî sahada bu yeni kültürler karşısında yeni bir metod ve anlayış gelişmeye başlamıştır. Süryânilerin, Nasturîlerle Yakubîlerden öğrendikleri ve önce dillerine, daha sonra Arapçaya çevirdikleri felsefe bu sırada oldukça etkili olmuştur. Mutasavvıflar İskenderiye Ekolü adını verdikleri Plotinus felsefesinde ruhî zevklerini ve vecdlerini, batınî mükaşefelerini tatmin edecek bir kaynak bulmuşlardır. Bu yeni-eflatuncu mezhebe göre bütün varlıklar Allah'ın feyzinin eseridir ve O'nun ilk feyzi akl-ı evveldir. Bütün varlıklar var oluşlarını ondan alırlar. Diğer feyizler bu ilk akıldan sadır olur. İşte Hakîkat-i Muhammediye nazariyesi de, Helenistik Felsefedeki ‘varlıkların ilk varlıktan feyz yoluyla sudur ettikleri’ şeklindeki ‘sudur nazariyesi’ne oldukça benzemektedir. Felsefenin İslam dünyasında yaygınlaşıp düşünce olarak etkilemeye başlamasıyla filozofların ‘akl-ı evvel’, ‘akl-ı külli’ diye ifade ettikleri kavramlar, mutasavvıflar tarafından en-Nur’ul-Muhammedî, el-Hakîkat'ul-Muhammediye gibi ifadelerle dile getirilmiştir. Hallâc'ın sistematik bir biçimde ortaya attığı bu nazariye, Gnostik fikirlerin tasavvufa girişinin ilk örneklerinden sayılmaktadır (III/IX. Yüzyılın sonları). Nazariye daha sonraları İbn Arabî tarafından vahdet-i vücud düşüncesi içinde temel görüşlerden biri haline getirilmiştir (VII/XIII. Yüzyıl).
Gerçekten de İbn Arabî tarafından ortaya konulduğu şekliyle, ‘Kâmil İnsan (el-İnsân'ul-Kâmil)’ nazariyesi, Şia’nın ‘İmam’ prensibine oldukça benzemektedir. Bu nazariyeler, kaynak bakımından, Şiîlik ve tasavvufta var olan şekliyle, Hakîkat-ı Muhammediye'ye dayanmaktadır. Aynı şekilde, biraz farklı da olsa, Nûr-ı Muhammedî nazariyesi ve velayet silsilesi nazariyesi her iki sistemde de bulunmaktadır. Şia, bir peygamberden diğerine ve sonunda da Peygamber'den imamlara geçen ‘ilk nur’un varlığına inanır. Onlara göre, İlâhî bilgiyi elde etmek isteyen insanın, Peygamber'den sonra, İmam vasıtasıyla bu nura bağlanması gerekmektedir. Tasavvufta ise insanın, Peygamber'e kadar ulaşan velayet silsilesi ile bir kâmil insana akan berekete bağlı olması gerekir.
Başta hadis uleması ve Hanbelîler olmak üzere birçok âlim, Peygamberin bu şekilde anlaşılmasının O’nu ilahlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini söylemişlerdir.
Nitekim Peygamberimiz, zaman zaman kendisi hakkında aşırı gidilmemesi konusunda sahabeyi uyarmış, kendisinin de tıpkı onlar gibi bir beşer olduğunu vurgulamıştır. Bu konuda hadis kitaplarında çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir kulum. Onun için bana sadece Allah’ın kulu ve resûlü deyiniz.
Sahabenin biri Peygamberimize ‘ya seyyidî / ey efendim, diye seslenmişti. Buna cevaben Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı istemiyorum.
Şüphesiz ben de sizin gibi bir insanım. Zaman olur ki bana sizden iki hasım gelir de, biriniz haksızken diğerinden daha düzgün konuşmuş olabilir; ben de o düzgün sözleri doğru sanarak onun lehine hükmedebilirim. Binaenaleyh kimin lehine bir müslümanın hakkı ile hükmettimse, bilsin ki bu hak ateşten bir parçadır; ister onu alsın, ister bıraksın.
Allah’ım! Ben senden ahid alıyorum. Elbette sen bu ahdi bozmazsın. Ben ancak bir beşerim. Dolayısıyla hangi mü’mine eziyet eder, kötü söz söyler, lanet eder veya döversem bunu onun için bir kefaret kıl!
Ben de sizin gibi beşerim. Siz unuttuğunuz gibi, ben de unuturum. Bir şey unuttuğum zaman bana hatırlatınız.
Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere Peygamberimiz kendinin bir beşer olduğunu unutmamaları ve kendisi hakkında aşırıya kaçmamaları yönünde sahabeye uyarılarda bulunmuştur. Çünkü O, bazı konularda olduğu gibi Peygamberlik konusunda da müslümanların ehl-i kitab’ı taklit etmelerinden endişe ediyordu.
Nitekim rivayete göre O (s) şöyle buyurmuştur:
Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler, siz de arkalarından gideceksiniz. Dedik ki; Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı? Başka kim olabilir ki! dedi.
Ancak yukarıda İncil’den yapılan alıntı ve bazı insanların Peygamberimizi yüceltmek adına yapıp ettikleri, maalesef Peygamberimizin bu konudaki endişelerini haklı çıkarmıştır. Peygamberimizin her zaman ve her durumda insan olduğu, Allah’ın ancak bir kulu olup yalnız O’na kulluk ettiği açık olmasına rağmen, kimi çevreler O’nun hakkında aşırı gitmekte, kulluğa yakışmayan kimi nitelemelerde bulunmaktadırlar.
Yüce Allah, O’nun için de başkaları için de; şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. dediği halde kimileri, O’nu başka insanlardan ayırarak bedeni ve ruhu ile yaşadığı, insanlar arasında dolaştığı, rüyalarına girdiği veya toplantılarına katılarak kendileriyle konuştuğu, kendisi ile görüşüp hadis rivayetlerinin sahih olup olmadığını kendisinden sorup öğrendikleri, kabrinde diri olup kendisine yapılan seslenmeleri ve duaları işittiği gibi garip ve nevzuhur iddialarda bulunmuşlardır.
O kadar ki yukarıda tanımı verilen hakikat-ı Muhammedîye inancının gerçek bir yansıması olarak bazı sûfîler daha da ileri giderek: Muhammed’dir cemal-i Hakk’a mir’at (ayna), Muhammed’den göründü kendi bizzat” diyerek Allah Teâlâ’nın Muhammed’in (s) bedeninden bizlere göründüğü hezeyanında bulunmuşlardır. Bu söylemin bir diğer versiyonu ise şöyle dile getirilmiştir:
Ahmed’de gizlenen, ‘Hû’dur. Sufiler bunu ifade etmek için perde-i mîm deyişine sıklıkla başvurur ve ‘Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor!’ derler. Arapçadaki ‘Ahmed’ kelimesinin yazılışındaki mim harfi kaldırılırsa, geriye ‘Ahad’ kalır.
İlk bakışta Peygamberimizin Allah’la bir tutulduğu izlenimini veren bu ifadelere daha dikkatli bakıldığında, durumun zannedilenden daha vahim olduğu görülmektedir. Zira Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) kelimeleri arasında farklı olarak bir mîm (م) harfi vardır. Bu şu demektir: Mahiyet itibariyle ‘Ahmed (Peygamberimiz)’ hâşâ ‘Ahad’ (Allah)’tan bir adım öndedir!
Bu felsefeye sahip birçok sufî metin gibi risale-i nur külliyatında da geçen ‘Ahad Ahmed’dir’, ‘Ahad Allah’tır’ sözünün tabii sonucu, ‘Allah Ahmed’dir yani Muhammed’tir’ olmaktadır. Nitekim bu düşünceyi işaret etmek üzere
"Ahad Ahmed’dir, kim mim eder fark, Bütün âlem o mîm içre olur gark." şeklinde bir şiir terennüm ederler.
Bunun Hıristiyanların, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ tezleriyle aynı anlama geldiği açıktır. Bu felsefeye göre, Ahad ile Ahmed arasında farklı olarak sadece Ahmet kelimesindeki mim harfi vardır. Bu fark ise sadece yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün âlem o mimin içindedir! Bu safsatanın İslam tasavvurundaki Allah ve peygamber inancı ile hiç örtüşmediği izahtan varestedir. Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Muhammed, başka değil, sadece bir elçidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir.
Fesubhanallah! Ben beşer peygamberden başka bir şey miyim?
De ki Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.
De ki: ‘Ben başka değil, tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana; Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık ona karşı dürüst olun ve ondan bağış dileyin.
De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim. Bana, ilahınızın bir tek ilah olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.
De ki: ‘Benim size ne zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi olgunlaştırmaya. De ki: ‘Beni Allah’ın azabından hiç kimse kurtaramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bulamam. Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir, o kadar.
Biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran, etrafını aydınlatan bir kandil olarak gönderdik.
Ey Resûl! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.
Kendisine bu tarz bir hitapta bulunulan O Elçiye aynı zamanda şu direktifler de verilmiştir:
Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.
De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor.
De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uyarım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.
De ki: Doğrusu ben (kendi başıma) size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah’a karşı beni kimse himaye edemez, O’ndan başka sığınacak kimse de bulamam. Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir o kadar.
De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
De ki: Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim: Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.
Bu âyetlere rağmen bir başka sûfi ise şunları söyleyebilmiştir:
Allah, Muhammed’deki her hakikati kendi isim ve sıfatlarının hakikatinden yaratmıştır. Muhammed’in nefsini de kendi nefsinden yaratmıştır. Bir şeyin nefsi, kendisidir.
Bu alıntılardan anlaşılacağı üzere biz burada Hıristiyanlığın İsa’nın ulûhiyeti inancıyla örtüşen bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Değilse ‘Allah, Muhammed’in nefsini kendi nefsinden yaratmıştır’ ile ‘bir şeyin nefsi kendisidir’ cümlesi birleştirilirse ne anlam ifade eder? Gerçekten de, tipik bir Hıristiyanlaşma örneği oluşturmakta değil midir?
Öte yandan alıntılanan bu tür ifadelerin Allah’ın kulu ve elçisi olan beşer peygamber tasavvuru ile uzaktan yakından ilgisinin olmadığını anlamak için insanın bir parça olsun ‘akletmesi gerekir’ demesi lazımken, bu inanç sahipleri tarafından buna da engel olunarak şöyle denilmektedir: “Bunun böyle olduğunu idrak etmek doğrusu pek güçtür, çünkü bu meydanda akıllar kesmez olur.”
Oysaki Allah Teâlâ aklını kullanmayanlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yığar.
Bir tarafta aklı kullanmaya azami derecede teşvik eden ve akletmeyenleri pisliğe bulaşacakları yönünde sakındıran Allah’ın âyetleri, diğer tarafta “bu meydanda akıllar kesmez” diyerek aklı devre dışı bırakan zihniyet.
Bir de İslam’ın öğretilerine aykırı bir iş yahut bir durum söz konusu olduğunda Muhammed’in karşısına nasıl çıkarız, O’nun yüzüne nasıl bakarız, O’na nasıl hesap veririz? diyenlere de rastlanmaktadır. Bunlara verilecek cevap şudur:
Muhammed aleyhisselam, peygamberlik görevini yapmış ve Ebu Bekir’in ‘Kim Muhammed’e tapmışsa, Muhammed ölmüştür.’ dediği gibi, ölmüştür. İnsanlar onun huzuruna değil, Allah’ın huzuruna çıkacaklar ve yaptıklarının hesabını O’na değil, Allah’a vereceklerdir. Ceza veya mükâfatlarını O değil, Allah verecektir. Mevcut Hıristiyanlıkta hemen her şey İsa’dan istendiği ve onun her şeyi yapması beklendiği gibi, Muhammed insanları yargılamayacak, kendi inisiyatifi ile şefaat dağıtmayacak, insanları iyi ve kötü diye tasnif etmeyecek, şu veya bu şeylerden veya yerlerden kurtarmayacaktır.
Allah’ın bizlere öğrettiği sahih ve her türlü aşırılıktan uzak ‘beşer peygamber’ tasavvurunu anlamak için yine O’nun (c) sözlerine başvurmak gerekmektedir. Çünkü kendi yarattığı ve peygamber olarak gönderdiği kişileri O’ndan daha iyi tanıyan ve tanıtan hiç kimse olamaz:
Seni başka değil, âlemlere bir rahmet olmak için elçi gönderdik.
Bu âyette Allah Teâlâ Peygamberimizin bir beşer/insan olarak yaratılışını değil, risaletini/elçiliğini ön plana çıkarmaktadır. Yani âyette ‘biz seni âlemlere rahmet olmak için yarattık’ yerine ‘seni âlemlere rahmet olmak için Resûl/elçi gönderdik’ buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi bu iki cümle birbirinden tamamen farklı manalar taşımaktadır. Buna göre âlemlere rahmet olan; O’nun yaratılışı değil; peygamberliğidir. Bu da Peygamberimizin şahsından ziyade risaletinin ön planda tutulması gerektiğini göstermektedir.
Buna göre biz, “yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı ve kendisinde Allah’ın tecelli ettiğine” inanılan insanüstü bir peygambere değil; tıpkı bizim gibi bir beşer olan ve bu yüzden bize örnek (usve-i hasene) gösterilen, melek olmayan, gaybı bilmeyen, yeri geldiğinde Rabbinden azar işiten, –tıpkı bizim gibi– işlediği günahları için tevbe-i istiğfar etmesi istenen ama bütün bunların yanında büyük bir ahlak sahibi olan, risaleti açısından âlemlere rahmet olarak gönderilen ve her yeri bu risalet ışığıyla aydınlatan beşer peygambere iman etmekle mükellefiz.
Kaldı ki bir kişinin mü’min olabilmesi için öncelikle Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve resûlü/elçisi olduğuna şahitlik etmesi gerekir.
Şahitlik, tanıklık demektir. Tanıklık ise olayı hiçbir şüpheye yer vermeksizin görmek anlamına gelmektedir. Bu yüzden ‘ben mü’minim’ diyen herkesin, Peygamberimizin Allah’ın Resûllüğünden önce herkes gibi bir kul (abd) olduğuna tanıklık etmesi yani bunu gözüyle görmüş gibi kesin bir şekilde bilmesi ve inanması gerekir. Onun her şeyden önce bir kul olması ise, aşırı yüceltmeci, beşer üstü bir peygamber tasavvuruna İslam düşüncesinde yer olmadığını gösterir.
Peygamberimiz Muhammed’in beşer vasfı, bir gerçeğin yarısıdır. O, Allah’ın kulu ve elçisidir. Dolayısıyla O’nun beşerliği kulluğuna, peygamberliği de resûllüğüne tekabül eder. O, örnek kişiliğiyle, adaletiyle, şefkatiyle bir insan olarak yine herkesten, hepimizden üstündür. İşte onun bize örnek gösterilmesinin bir sebebi de budur. Bunu bir kenara bırakarak O’nu beşer üstü bir varlık gibi görmek ve/ya göstermek, sebebi ne olursa olsun ilk başta Resûlullah’a haksızlıktır, O’nun örnekliğini yok etmektir. Bu yüzden her Müslüman bütün davranışlarında olması gerektiği gibi bu konuda da dengeli ve dikkatli olmalı, Resûlullah’ı Allah’ın tanıttığı şekilde tanımalı ve her durumda onu örnek alarak yaşamaya çalışmalıdır.

 Yayımlanan diğer yazılara buradan ulaşabilirsiniz..






 Kıymetli Mustafa AKMAN Hocamızın
www.vansiyeseti.com sitesine özel olarak kaleme aldığı güzel makalesini istifade etmeniz amacıyla paylaşıyoruz.  

HASBİHAL VE HAYRETTİN KARAMAN’IN TUTUMU

 
 
 
Selamla başlarken öncelikle şunu ifade etmek isterim. Vansiyaseti moderatörlerinden sitede yazmak hususunda teklif aldığımda cevap vermede bir süre tereddüt ettim. Zira teklif edenlerin sahip oldukları birikim ve bilinç düzeyini düşününce bunların hitap ettiği kitleyi tatmin edecek düzey ve mahiyeti yeterince kodlayabilecek olmanın zorluğu beni tedirgin etmişti. Ne var ki böyle bir zorluğa mukabil, bu kez kalemimin elverdiği kadar, toplumu aydınlatma sorumluluğu, bana siz değerli okuyucuların karşısına çıkma cesareti sağladı. Bu vesileyle site yöneticilerine müteşekkir olduğumu ve diğer emektarlarına muvaffakiyetler dilediğimi ifade etmek isterim.
Bundan evvel yayımlanan ilk yazım, Kutlu Doğum ayı olarak tespit edilmiş Nisan ayının bitimine denk geldiğinden bu ayda icra edilen faaliyetlere fazla da uzaklaşmadan öncelikle bahsi geçen kutlamaların anlam ve önemine dair uzunca bir yazıyla karşınıza çıkmayı uygun gördüm. Bir eğitimci–ilahiyatçı olarak bundan sonraki yazılarımda, alanımla ilgili konularda araştırmalarımla ulaştığım sonuçları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Burada eğitim ve dinî mevzulara dair çeşitli konularda laf ederken temel parametremiz toplumumuzu oluşturan herhangi bir kitleye (buna cemaat veya meşrep de diyebilirsiniz) kara çalmadan ve fakat kimi zaman bunların dinamiklerine dair değerlendirmelerimizi de içeren geniş bir yelpazede ilmî usulü takip etmek olacaktır. Zira yazacağımız konular kimi zaman bazı çevrelerin ilgi alanına kayabilecektir. Böyle olsa bile biz asla ilmî usul çerçevesini zorlamayacak ve saygı zeminini yitirmeyeceğiz. Biz gündemi takip ederek günlük siyaset hakkında konuşmayı pek düşünmediğimizden okuyucuyu haberdar etmeyi gerekli gördüğümüz, kendilerine bahsetmeye değer bulduğumuz alanımızla ilgili hususları daha bir yeğleyeceğiz. Elbette burada vahiy kültürü temel referansımız olacaktır.
Bilindiği gibi eğitim ve ilahiyat, toplumun bütün katmanlarını ilgilendiren konulardır. Bu nedenle hemen herkesin bu sahalara dair artık temelli veya temelsiz bir söylemi vardır. İşte biz bazen de olsa tartışmalı birtakım konulara değinirken bu çerçevede mesnetsiz söylemlere işaret etmek durumunda kaldığımızda gereğini imlemekten çekinmeyeceğimizi belirtmek isteriz.
Sözgelimi nadiren de olsa halk nezdinde itibarı olan bazı kimselere ve yazıp çizdiklerine dair tespitler yapmamız söz konusu olabilecektir. Çünkü bunların topluma yaydığı düşüncelerin ne demeye geldiğini belirlemeye gayret etmek bir gereklilik halini aldığında, görmezden gelmek doğru olmasa gerektir.
Esasen biz insan olmak hasebiyle herkesin söz ve davranış olarak yanlışlarının da doğrularının da olabileceğini peşinen kabul ediyoruz. Şüphesiz bunların ölçeği de vahyî iletide mevcut mesajların toplamının belirlediği kıstaslar olacağı açıktır. Hak olan budur ve hakkın hatırı her hatırdan daha üstün tutulmalıdır. Aynı doğrultuda diyoruz ki kimden olursa olsun doğrular övgüye ve tabiî ki yanlışlar yergiye mahkûmdur. Şimdi şayet kimileri birilerini ayrıcalıklı görüyor, referans değer atfediyorsa keza bunlara yönelik değerlendirmeleri hakaret kabilinden sayıyorsa burada bir problemin olduğu açıktır. Problemlere projektör tutmak da bize düşen bir görevdir.
Bu bağlamda bundan önceki yazımda, asla doğru bulmadığım ve dolayısıyla yanlışladığım peygamber algısına değindiğim Hayrettin Karaman’ın bu yılda ‘Kutlu Doğum’ nedeniyle Yeni Şafak’ta yazdığı yazısında aynı minvalde bir yazı kaleme aldığını görünce buna değinmeden geçmenin doğru olmayacağını düşündüm. Dahası o, daha önce inşad ettiği ve tasvibe devam ettiği şiirlerinde de, Kur’an’ın peygamber algısı ve özelde Muhammed aleyhisselamı konumlandırdığı pozisyondan çok uzaklarda beşerüstü bir ‘peygamber anlayışı’na sahip olduğu görülmektedir. Bu belki de tasavvuf dünyasının söyleminden etkilenmiş olduğu halde farkında olmamaktan kaynaklanıyordur. Bilindiği gibi bahsi geçen dünyanın peygamber algısı daha sonra üzerinde uzunca durmayı gerektirecek denli kabul edilemez bir tarzdadır.
Onun dediğine göre Tasavvuf yoluyla iyi Müslüman, halis kul olmak isteyenler, irfan âleminde pek çok anlayış ve uygulamaya temel kıldıkları, hadisçiler sahih bulmasalar da kutsî hadis olarak rivayet edilen: ‘Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi sevdim/istedim; bu sebeple halkı yarattım ki, beni bilsinler’ mealinde bir söze çok önem verirler. Kemale doğru ilerleyen mertebelerin zirvesinde bulunan ‘hubb-i sırf-ı zâtî’ mefhumu, makamı ve hakikati, o rivayetin içinde geçen ‘bilinmeyi sevdim’ cümleciğine dayanmaktadır. Daha yaratılmış bir şey yok, ama Allah onu yaratmayı seviyor; o ise, evvel âhir Allah'ın sevgilisi ve insanlık için de sevgi rehberi olarak ‘Seçilmiş Zât’. Bir sonraki aşamada onun özünü, ruhunu yaratıyor. Mevlid-i Şerif’te dile getirilen ‘intikal’, o nurun batından batına taşınarak en sonunda sahibini bulduğunu anlatıyor. Bu irfana ve ona bina edilen özel râbıtaya dayanak kılmak için ‘hadisçilerin sıhhatini onaylamadıkları’rivayete ihtiyaç da yok sayılır.
Bu sırra ermeye senden şefâat ya Resûlallah
Buna şahid ve bürhandır hitabı Rabbimin ‘levlâk’
İrfan ehli dediği kimselerin dayanak kaygısını da anlamsız bulan Karaman’ın bu anlattıklarından, devasa Hadis Usûl İlmi'nin öğreti ve kriterlerinin güme gittiği ve yanı sıra tamamen tasavvufî bir inanç ve anlayışa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuya daha sonraki bir yazıda dönmek üzere onun son günlerde Kürt Sorunu ile ilgili verdiği fetvalara geçmek istiyorum. Zira onun bu konuya dair yazdığı yazılarda da akla ziyan tespitlerde bulunduğu müşahade edilmektedir.
Karaman, A. Zeydan’ın Kerkük’ün Irak'tan ayrılarak Kürdistan'a bağlanmasıyla ilgili verdiği; federatif veya bölgesel sistem adı altında Irak'ın bölünmesi, meşru olmayan bir tasarruftur. Bu teşebbüs (tefrika, ümmetin birliğini bozmak) büyük günahlardandır, şeklindeki fetvasına istinaden sorduğu, ümmetin mülkü durumundaki bu toprakları daha fazla bölmek meşru olmadığına göre Müslümanların, ecdad yadigârı olan bu toprakları bölmeye karşı tavır almaları gerekmez mi? sorusuna bir sonraki yazısında yine kendisi, ilgisiz bir ayetten destekle ümmeti daha fazla bölmenin ve birbirine düşürmenin İslam'da yeri olduğunu kimse iddia edemez, demektedir. Sanki Kürtlerin dışındaki diğer bütün Müslümanlar için, daha önce din kardeşliğinin ve ümmet birlik ve çıkarının önüne geçen 'ulusal egoizm' zemininde ayrı ulus devletler kurunca bölünüp parçalanma normaldi de sıra Kürtlere gelince kabul edilemez oldu gibi. Tabiî ki toprak bölünmeleri toplumsal ayrılığa ve o da yabancılığa götüren bir süreçtir. Bu ise, hayra işaret değildir. Ancak bu realite sadece Kürtler konu olduğunda böyle ise hiç bir hayra işaret olmayacaktır. Keza İslam coğrafyasında sadece Kürtler mağdur ve mazlum olduğunda mı görmezden gelmek caiz ve hatta sevaptır.
Bir kere Karaman’ın bu yazısında, asla hıyanet etmemiş, aksine kendi tabiî haklarından mahrum kılınmış bir halkın (Kürtlerin), arkadan hançerleyenler olarak lanse edilmesi, kesinlikle kabul edilir bir yaklaşım değildir. Öncelikle bunu deklere etmek icap etmektedir. Sonra -en azından bu konuda- Arapçılık zemininde duran Iraklı Zeydan ile ecdad Türkçülüğünde kaybolan Karaman gibi fıkıhçılara göre; Kürtlerin, ümmetin parçalanmaması, İslam topraklarının keferenin eline düşmemesi için katlandığı onca cefaya karşılık, kendilerinin sahip olduğu, sahip olmak için İttihad Terakki ve Arap aşiretleri örneğinde görüldüğü gibi -Karaman’ın tabiriyle ümmeti ancak aslında- Osmanlı’yı yıkıp dağıtmaktan geri durmayan kendileri oldukları halde, bütün bu vefakârlıklarına karşılık mazlumiyet yaşayan ve bundan kurtulma mücadelesi veren Kürtlerin bölücülükle yaftalanması, ya sevap ya da farz olsa gerektir.
Evet, halen de, ülkeleri bütün dinamikleriyle Amerikan güdümünde olmasına rağmen bekası adına dinî, millî ve siyasî dili kullanmaktan geri durmayan Türk ve Arap âlimlerinin/ saray ulemasının, ümmet mefhumunu en çok Kürtler üzerinde tebellür etmeleri çok manidardır. Oysa bunların, Kürtlere, kardeşlerinin! hediyesi olan, 182 000 Kürd’ün neredeyse yarısının canlı gömülerek öldürüldüğü Enfal Operasyonları, Halepçe vb. katliamlar hakkında da böylesi galeyana gelmeler veya Kerkük ve Musul’un Türkiye’ye ilhakı konusu sık sık gündeme getirildiği günlerde Karaman’ın ‘yok, olmaz. Oralar Irak topraklarıdır, bizlere haramdır’ türünden fetvalar vermesi beklenirdi. Yoksa o, oraları ‘gasp edilmiş ecdad yadigârı’ olarak bildiğinden, laik demokratik Türkiye’ye ilhaklarını dinî ve fıkhî bir müktesep hak olarak mı görmekteydi. Karaman öncelikle neyin ve kimin yüce ve ali menfaatlerini gözettiğinin hesabını vermelidir. Çünkü bu tavrıyla o, Suriye’de kendisini Baas/ Esad zulmüne adamış Said Ramazan el-Buti’nin konumuna düşmüş gibidir. Bu kişi neredeyse bütün ömrünü/ ilmini Suriye’de Hafız’dan Beşşar’a payanda olmakla geçirmiştir. Neyse ki Türkiye’dekinin yaptıkları mevziî ve dönemsel kalmaktadır.
Elbette bugün Kürtlerin süregelen mazlumiyetinde haklarını arama peşinde olan saha oyuncularının önemli bir kısmının ateist zeminde mücadele veriyor olması büyük bir kayıptır. Ancak unutmayalım ki namaz niyazında olan Kürtlerin kahir ekseriyetini onların kucağına iten de yine bahsi geçen zihniyete sahip bu alim denilenlerdir. Zira yine onlardır, ‘bu kardeşlerinin’ onca mağduriyetlerine rağmen dertleriyle dertlenmeyen, ümmetin mensubu olan bu insanların ümmetin yetimleri haline gelmesine aldırmayanlar. Oysa ta baştan itibaren Kürtlerin; Türkler de Araplar da ümmeti ve topraklarını bölüp parçalarken, ayrılık ve kimlik dertleri olmamıştı. Bilindiği gibi Kürtler, kurulan ulus devletlerin kendilerini asimile sürecinde maruz kaldıkları zulüm, hak ve özgürlük kaybından sonra çaresizlikten kaynaklanan bir başkaldırı teşebbüsünde bulunmuşlardır sadece.
Şu bilinmelidir ki bir âlime yaraşan; yakın durduğu iktidarın politikalarına paralel yazı ve fetvalar inşa etmek değil, iktidarın politikaları sonucu mağdur edilen kesimlerin tercümanı olmaktır. Şimdi devlet politikasıyla yaşatılan mahrumiyetler dolayısıyla verilen kısmî hakların, mevcut hükûmetin değil, yaşanan süreç ve önlenemez küresel değişim sonucu olduğu malumdur. Mevcut hükûmetin, kendisine kadar devam eden ittihat terakki politikalarını bir nebze durdurduğu doğrudur. Ancak kendisinin de ‘değişim’ ve ‘açılım’ adına hemen hiçbir adım atmadığı ve buna pek hevesli olmadığı da diğer bir doğrudur.
Kürtlerin federatif veya bağımsız bir yapıya sahip olmalarının ‘ümmet adına’ doğurabileceği muhtemel tehlikeler, şu anda var olan İslam ülkelerinin fiilen neden olduğu tehlikelerden daha fazla değildir. Hal böyle iken kimsenin bu fiili tehlike ve tahribatları dert ettiği yok, ne de olsa her bir halk kendi ‘misak-ı milli’ sınırları içinde başı dik!, mesut ve bahtiyar bir şekilde yaşıyor. Varsa yoksa Kürtler ve Kürdistan. Reel-politik durumu kendileri için caiz görenlerin, bunu Kürtlere haram kılmalarındaki hikmet ne ola ki? Sormazlar mı adama, ümmetin düşünsel ve coğrafik birlikteliği sağlandı da Kürtler mi buna engel oldu? Şu halde bırakın, Kürtler de kendi kimlikleri ile kendi topraklarında serbestçe yaşasınlar; misafir veya ikinci dereceden vatandaşlar olarak değil.
Elbette herkesin, bulunduğu noktadan olayı görme açısı ve buna bağlı olarak değerlendirip hüküm vermesi farklılık arz edebilmektedir. Dolayısıyla böylesi fıkhî hükümler de çoğu zaman sübjektif olup, kişilerin olaylara bakış zaviyelerine göre şekillenebilmektedir. Fakat, yine de bu hocaların popülist bir siyasî kavramı baz alarak İslam fıkhından kendi anlayışlarına paralel biçimde argümanlar kullanması tasvip edilemez. Çünkü burada esas gaye, hakikatin kendisine işaret eden adil bir hükme varmak değil; düpedüz uyduruk bir sonuca İslam Hukuk kavramlarını alet etmek gibi gözükmektedir. Bu nedenle mevcut siyasî sınırlara bu tarz fıkhî bir meşruiyet arayışı tam da bir faciadır. Demek ittihadı İslam, İslam kardeşliği vs. siyasî ve sosyal politikalara karşılık gelen kavramlar yetmiyor olacak ki işi artık direkt fıkhı araç kılarak avamın da anlayabileceği bir dille helal ve haram kavramlarına dayandırmaktadırlar.
Şimdi İslam dünyasındaki mevcut ulus devletlerin sınırları vahiyle veya bu ülke halklarının ortak iradesiyle belirlenmiş değil ki yeni bir taksimat da haram olsun. Tam aksine bunlar, bir zümreyi kayıran ve ötekilerini mağdur eden İngiliz emperyalistlerince belirlenmiş sınırlardır.
Esasen kanımca bugün artık devletlerin bölünüp parçalanması, yeni ulus devletlerin kurulması ve hatta mevcut ulusal devletlerin varlığı bile kabul edilemezdir. Ve hedef insan onuruna yaraşan ‘Hak ve Adalet’ zemininde evrensel dünya devleti ve toplumuna doğru gitmek olmalıdır. Bütün ırkların, bütün düşüncelerin vs. kendilerini ifade edebildiği, tahkir ve inkâr edilmediği, haklarını kullanabildiği vs. bir birlik.
Hal böyle iken şekvam, ulemamızın Kürt Sorununa dair şoven ve insafa sığmayan duruşlarınadır. Oysa bu zevat, Kürtlerin geçmişte -kısmen de olsa- şu an yaşadıklarına, maruz kaldıkları zulme hiç değilse değinip gündemleştirmek suretiyle de olsa sahiplenmeliydiler. Zira ortada, devasa bir insan kitlesine bugün bile etkileri görülen fiili bir zulüm, asimilasyon, şiddet ve inkâr politikası vardı(r). Sırf bu nedenle daha sonraki bir yazıda uzunca ele almayı düşündüğüm bu sorunun bu hale gelmesinde onların, benzeri kimselerin mesela dinî cemaat ve kanaat önderlerinin sorumluluğu/vebali olsa gerektir.
Son olarak şunu kaydetmek istiyorum: Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi kendinden sonraki nesillere birçok konuda düşünmeyi, muhakeme etmeyi öğrettiğine, yayımladığı mesela Reşid Rıza’dan çevirdiği ‘Gerçek İslam'da Birlik’ gibi kitaplarla yayın ve okur dünyasına ciddi katkılarda bulunduğuna inandığım bir Karaman Hoca imajı vardır zihinlerde. İşte böylesi bir vizyona sahip olduğunu düşündüğüm birinden beklenen, daha isabetli ve makul değerlendirmeler olmaktadır. Bu beklentiyle örtüşmeyen değerlendirmeler ortaya konunca da insanı bir hüzün kaplamaktadır. Ne diyelim, Allah akıbetimizi hayreylesin, diyelim.

Kaynak : http://www.vansiyaseti.com/van/mustafa-akman-yazdi-h963.html



 




Muhteşem Komutanlar







Finans - Borsa
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.651034.7899
Euro36.488136.6343
Köşe Yazıları

Diğer Linklerimiz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam14
Toplam Ziyaret23681251
Kim Kimdir?