• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/

İstanbul Van Dayanışma Platformu

Video Arşivi
Araştırma Yazıları
Günün Sözü










TAM EKRAN YAPIN
Arkanıza Yaslanın 
Yumun Gözlerinizi..

 

Haftanın Kitabı

Muhteşem Resimler DEVAM

IslamicART 1    3
Hava Durumu
Takvim
Üyelik Girişi

Huzur Nerede?

Huzur Nerede?

Huzur Nerede?

Kayıp bir şehri arayan arkeologların peşinden gitmekte olan Afrika yerlileri durup şöyle diyorlar:

“Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”

Bugünkü hayatın hızı, işler güçler derken biz de yerliler gibi bir ruh haline kapılıyoruz. Sanki ruhumuzdan, kendimizden uzağa savruluyoruz. Sonra da tekrar kendimizi bulmak için çaba göstermemiz gerekiyor.

Kendimizi kaybetmemek için biraz sükûnetle kendi huzurumuzda durmaya ihtiyacımız var. Çünkü durduğumuz yerde en büyük huzur, bize şah damarımızdan yakın olanın huzuru var.

Başdöndüren bir hızla gelişen teknoloji, hayatı kolaylaştırmak adına her gün yeni bir buluş, yeni bir icat sürüyor piyasaya. Genel çizgisiyle insanlığın hayat standardı ve refah seviyesi eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde yükseliyor, tüketim kalemleri ve konforu aynı hızla artıyor.

Bu yükseliş ve artışı sağlayan imkanlar hep “daha rahat, daha mutlu ve huzurlu bir hayat” vaadiyle sunuluyor insanlara. Fakat gelişmiş, kalkınmış, gelir seviyesi yüksek modern Batı toplumlarının hali bu iddiayı yalanlıyor. Böyle toplumlarda refah ve konforun artışına paralel bir tarzda intiharların, boşanmaların, içki ve uyuşturucu bağımlılığının da arttığı açıkça gözlenebiliyor. Mutlu, rahat ve huzurlu yaşamak için kat, yat, kariyer, makam, servet.. sahibi olanlar, sonunda mutlaka bir de özel “psikiyatrist” bulmak zorunda kalıyor kendine. Yani parayla pulla saadet olmuyor; lüks ve konfor huzur getirmiyor.

Huzur mükellefiyeti

Oysa çoğu insan huzur bulacağı ümidiyle koşuyor dünyalıkların peşinden. Fıtrî bir ihtiyaç olan huzur arayışından vazgeçilemeyeceğini bilen dünyalık tacirleri de huzura, pazarladıkları hayat tarzı, anlayış, ideoloji, yahut ürünle ulaşılacağı telkininde bulunuyor bu yüzden. Oltanın ucundaki yalancı yeme benzeyen bu tür huzur telkinlerinin aslında huzursuzluk getirdiği ancak iş işten geçtikten sonra anlaşılabiliyor.

Bu tespitler, huzuru aramayalım anlamına gelmiyor elbette. Önce ne aradığımızı ve aradığımız şeyi sahtesinden, taklidinden ayırt edecek kadar bilmemiz hususunda bizi uyarıyor. Sonra da onu nerede arayacağımız üzerinde kafa yormamız gerektiğini söylüyor bize.

“Huzur nedir, nerededir?” arayışı bir müslüman için öyle “gülelim eğlenelim” cinsinden basit, seviyesiz bir mutluluk talebi değil, bir mükellefiyettir. Çünkü huzur, ancak “Huzur’da olmak”la kazanılabilen bir mümin vasfıdır. Mümin olduğumuz iddiasındaysak eğer, gerçek huzuru bilmek, onu doğru adreste aramak, bulmak ve o hali kuşanmak zorundayız.

Öyleyse gelin, taklitlerinin çokluğu sebebiyle aslını, orijinalini neredeyse unuttuğumuz şu mümine mahsus huzur halinin ne olduğunu, nerede bulunacağını yeniden hatırlamaya çalışalım.

Huzur nedir?

Huzur, gönül ferahlığıdır. İnsanın kendini rahat, memnun ve emniyette hissetmesi, kendisiyle barışık olmasıdır. Bir dirlik ve sükunet halidir. Fakat bugün hepimizin ilk anda aklına gelen bu anlamlar tasavvufî terbiyenin etkisiyle sonradan yüklenmiştir huzur kelimesine. Nitekim temel kaynaklarımızda, ayet ve hadislerde, şimdilerde “huzur” diye adlandırdığımız hal, “itminân” yahut “sekîne(t)” kelimeleriyle ifade edilir.

Huzur aslında “önemli bir kimsenin bulunduğu yer, makam” veya “o yer ve makamda, makam sahibinin önünde bulunma, hazır olma” demek. Bizim gerçek huzuru tattığımız an, Elest Meclisi’nde Rabbimiz’in huzurunda bulunduğumuz an olduğu için, Ruhlar Alemi’nde ezelde yaşadığımız ve kalbimize nakşettiğimiz emniyet ve ferahlık hissinin o eşsiz zevkine “huzur” adını vermişiz.

Demek ki huzur nefsimize veya beşeriyetimize değil, ruhumuza, ruhumuzun merkezi olan kalbimize, gönlümüze mahsus bir derunî zevk, bir manevi tatmin hissidir. Ruhumuz bu müstesna tat ve güzelliğe Elest Bezmi’nden aşina olduğu için, aynı tat ve güzelliği hissettirmeyen başka hiçbir şey onu huzurlu kılmayacak, kalbimiz başkaca hiçbir şeyle itminan bulmayacaktır. Kur’an-ı Kerim’de de “İyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyurularak bu hakikate işaret edilir.

Yanlış adreste arayınca

Söz konusu ayetin mealini verdiğimiz kısmı “elâ” edatıyla başlar. Bu bir ikaz edatıdır. Arkasından gelecek ibareyi özel bir dikkatle iyi anlamaya çalışmamızı tembihlerken, anlamamız istenen vakıanın kesin olduğunu, alternatifinin bulunmadığını da anlatır. Ayet-i kerimedeki edat, kalplerin başka bir şeyle değil, ancak Allah’ın zikriyle yatışacağını, tatmin olacağını, huzur bulacağını yahut sükunete ereceğini kesin bir ifade ile vurgulamak yanında, Allahu âlem, “huzuru başka şeyde aramayın” ikazını da kapsamakta ve sanki insanların yanlış adreslerde, beyhude yönelişlerle huzur arayacağını haber vermektedir. Öyle de olmakta, çoğu insan bugün huzur ve mutluluğu zenginlikte, konforda, tatilde, oyunda, eğlencede, tüketimde aramakta ve elbette bulamamaktadır.

Yanlış arayışların yaygınlaşması aranan şeyin zihinlerimizdeki karşılığını da bulandırıp tahrif etti. Artık müslümanların bile huzur ve mutluluk anlayışına büyük ölçüde dünyanın rengi ve kokusu sinmiş durumda. Hep yan yana kullansak da huzur ve mutluluğun aynı hal olmadığının farkında değiliz mesela. Yahut saadet kavramının yerine kullandığımız mutluluğun, özellikle modern anlayışın kazandırdığı “nefsin isteklerinden birini karşılamış olmaktan kaynaklanan sevinç hali” anlamıyla saadetimizi elimizden aldığını göremiyoruz.

‘Bunca varlık var iken’

Biz yine ayet-i kerimeye dönelim. Cenab-ı Hak, “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” buyurduğuna göre, huzur zikirdedir. Peki zikir nedir? Huzurun Alem-i Ervah’ta ruhlarımızın tattığı emniyet, sükunet ve ferahlık hali olduğunu söylemiştik. Bu hal ile zikir arasında nasıl bir münasebet vardır? “Huzur nerede?” sorusu sorulduğunda, sonradan ihtida edenlerin “Huzuru İslâm’da buldum” beyanlarından yahut bir zamanlar arabaların arka camlarına yapıştırılan bir slogandan hareketle aklımıza gelen ilk cevap, mahiyetini sorgulamasak da “Huzur İslâm’dadır” oluyor galiba. Mutlaka öyledir ama bu sözün hakikatini kavramak için de ruhlar alemindeki safayı, zikrullahı ve İslâm’ı doğru bir şekilde bir araya getirmek gerekmektedir.

Bütün bunlara geçmeden önce huzurun ruhumuza, gönlümüze, manevi kalbimize mahsus bir safa hali olduğunu, dolayısıyla maddi ve fani unsurları yığıp biriktirmekle değil, atıp onlardan kurtulmakla, tasfiye ile, safvet ve letafet kazanmakla yaşanabileceğinin altını çizelim. Dünya metasını kalpten çıkarmayınca huzur bulunmaz. Yunus Emre, “Bunca varlık var iken / Gitmez gönül darlığı” diye bizi asırlar öncesinden uyarmış. Huzursuzluk dediğimiz şey de bir gönül darlığı değil mi zaten?

İhsan mertebesi

Huzur, tıpkı ihlâsla kılınan bir namazdaki huşu, sükunet ve zevk gibi, Allah Tealâ’nın huzurunda olmaktan kaynaklanan bir duygu. Gerçi hepimiz her yerde hâzır ve nâzır olan Rabbimiz’in her an huzurunda, murakabesi altında bulunuyoruz ama huzur halini temin için bizim bunun farkına varmamız gerekiyor. Bu farkındalık yahut bilinç Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametini yakîn ile müşahede etmemizi, böyle bir müşahede de “huzur” dediğimiz, “kendisine güvenilip dayanılacak yegâne varlık olan Allah’a teslimiyetin emniyet ve sükuneti”ni sağlıyor.

Biz O’nu görmesek de Allah’ın bizi görüp gözettiğini bilmek ve bu bilinçle O’nun rızası istikametinde yürümek, “ihsan” mertebesine nailiyetin alametidir. Huzur, tam anlamıyla ihsan mertebesinde yaşanabilen bir gönül rahatlığıdır şu halde. Bu tespit, huzuru tarif ederken kullandığımız rahatlık, sükunet, emniyet gibi kelimelerin asla bir laubalilik, kayıtsızlık, gamsızlık veya sorumsuzluk anlamına gelemeyeceğini de anlatır. Huzur, madem ki ihsan mertebesine mahsus bir haldir, “takva” dediğimiz ve sürekli teyakkuzda bulunmayı icap ettiren bir sorumluluk ve ciddiyeti gerektirir. Takva dahi istikamet üzere yürümedeki külfete mani olduğundan huzur vesilesidir.

Kalpte zuhur yoksa huzur da yok

İman, kalbin fiilidir. Biz Allah Tealâ’nın varlığını, birliğini, her yerde hâzır ve nâzır olduğu kalp ile idrak ve tasdik ederiz. Böyle bir idrak ve tasdike ulaşılabilmesi, kalbin tasfiye edilmesine, kalb-i selim kılınmasına bağlıdır. Kalp zikirle tasfiye edilir, temizlenir, arındırılır. Ve kalplerimiz tasfiye edildiği kadar tecelliyata mazhar olur, mazhariyeti ölçüsünde de huzur bulur. Kirlenip paslanmış bir ayna gibi günahlarla kararmış bir kalpte zuhur olmadığı için, ne yapılırsa yapılsın huzur da olmaz. Günah işlemek zaten Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olduğumuzu unutmanın, yani her iki anlamda da huzursuzluğun eseridir. Günahların kalbi incitmesiyle, hatta bırakın günahları, şüpheli şeylerin bile Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu gibi “kalbi tırmalaması” ile hissedilen bu huzursuzluk bizim için bir uyarıdır aynı zamanda. O uyarıyı dikkate alıp kalbi huzursuz eden tutumlardan kaçınmak da mümkün, duymamak için o sızıyı uyuşturmak da…

Bu dünyadan başka geleceği ve derdi olmadığına inananlar ikinci yolu seçiyor. İnsanı nefes nefese dünyalık peşinde koşturarak, tüketim ve eğlenceye sevk ederek oluşturdukları uyuşturucu etkisiyle onun durup düşünmesini, kendini dinlemesini engelliyorlar. Mutluluk ve huzur vaadiyle zihinlere zerk edilen bu tutumlar ya kalbin büsbütün kararıp ölmesine yahut insanın tıpkı İblis gibi huzurdan kovulmasına ama her halükârda ebedi huzuru kaybedip şakiler safına katılmasına sebebiyet veriyor.

‘Bu da geçer ya Hû!’ diyebilmek

Huzur, sürekliliği olan bir mümin tavrı. Hz. İbrahim a.s. gibi en zor şartlarda bile “Hasbiyallahu ve ni’mel vekîl”, yani “Allah bana yeter, o (kendisine güvenilip dayanılacak) ne güzel vekildir” dedirten bir tevekkül ve teslimiyet hali. Saadetle farkı da burada. Dünya saadeti veya mutluluk, bir matluba ulaşmanın verdiği gelip geçici bir sevinçtir. Mutlaka bir sebebe bağlı olan bu tür sevinç hallerini zaman zaman herkes yaşayabilir. Devamlılığı yoktur; üzüntü verici bir durumla karşılanınca kaybedilir. Halbuki maruz kalınan kaza, bela ve meşakkatler huzuru zayi eyleyemez. Zaten dünyanın meşakkati bitmez, kul da dertsiz olmaz. Hayatın iniş çıkışları vardır. Bazen sevinir, bazen üzülürüz. Esasen sürekli bir mutluluk yahut tasasızlık beklentisinin altında dünyayı cennet gibi görme yanılgısı yatar. Halbuki dünya müminin cenneti değil, gurbetidir. Bir imtihan yurdu olduğuna göre “mihnet” kaçınılmazdır burada. Hepimizin zaman zaman üzüldüğü, incindiği, hüzünlendiği vakidir. Ama işte bütün bunlar bize huzurda olduğumuz bilincini ve edebini kaybettirmemeli, huzurumuzu bozmamalıdır. Dünya gaileleri karşısında üzülüp mahzun olsak da “Bu da geçer ya Hû!” diyebiliyorsak, huzurumuzu kaybetmemişiz demektir.

Kaldı ki bizi üzen, mutsuz kılan durumlar çoğunlukla dünyaya gereğinden fazla önem vermenin, yetinmemenin, takdire rıza göstermemenin sonucudur.

Ölüm ve sonrasına hazır mıyız?

Dünyaya gereğinden fazla önem vermek, dünyalık talebinde haddi aşmak, meşru dairenin dışına çıkmak, ölüme ve ahirete hazırlanmamaktır. Yoksa çalışmayalım, dünyayı büsbütün ihmal edip nimetlerinden faydalanmayalım demek değildir bu. Cenab-ı Hak bize bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak genişlik ve zenginlikte bir helal dairesi ihsan etmişken bununla yetinmeyip nefsin hevasını tatmin için koşturmak huzur getirmez. İki vadi dolusu altın verseniz bir üçüncüsünü isteyen nefsi doyurmaya çalışmak beyhude bir çaba olduğu kadar, helal dairesinden çıkmaya da sebeptir. Dünyaya aşırı meyil, hem sevk ettiği günahlarla kalbi karartarak, hem de yanı başımızdaki ölüme ve ahirete hazırlanmayı engelleyerek huzursuzluk verir. Zira huzur aynı zamanda “hazır olmak”tır.

Maruz kalacağımızı kesinlikle bildiğimiz herhangi bir hale bile önceden hazırlanmamak insanı huzursuz ederken, kaçınılmaz olan ölüme ve ölüm sonrasına hazırlanmamak, hazırlıksız yakalanma korkusuyla insana hayatı zehir eder. Üstelik bu korku ve kaygının ecele faydası da yoktur. Ancak ölüme ve ölümden sonrasına her an ölecekmiş gibi hazırlanıp ahiret azığı biriktirenler yahut “ölmeden evvel ölenler” ölüm korkusunu yenip huzurlu olabilirler.

Huzura götüren yol

Huzur kalbe ait bir keyfiyettir ve ayet-i kerimede buyurulduğu gibi kalplerin huzuru zikirde, yani insanın her yerde ve her zaman Allah’ı hatırda tutup O’nun rızasına uygun davranmasındadır. Buradan da anlaşılacağı üzere zikir sadece dil ile yapılan tesbihattan, Allah’ın esma ve sıfatlarını telaffuz etmekten ibaret değildir. Dil ile olduğu kadar kalple ve bedenimizdeki diğer bütün azalarla da yerine getirilmesi gereken bir kulluk vazifesidir zikir. Nitekim Kur’an okumak zikirdir, kainat kitabını okumak zikirdir, tefekkür zikirdir. Başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerimizi ihlâs ve iştiyakla ifa eylemek zikirdir. İyilik ve ihsan zikirdir, salih ameller zikirdir. Sabr-ı cemil ve şükür zikirdir. Zira bütün bunlar Allah’ın varlığını görüyormuşçasına idrak eylemenin, hep O’nun huzurunda olduğumuzu yakîn ile bilmenin, hep O’nu hatırlamanın, kâmil bir imanın sonucudur.

Zikir, gerçek huzuru, yani Elest Bezmi’nde ruhlarımızın yaşadığı zevki yeniden tadabilmek için bizi fani varlığımızdan arındırıp aslımızdaki safvet ve letafete döndürmenin, ihsan mertebesine yükseltmenin de tek yöntemidir aynı zamanda. Huzurun gelip konacağı kalp, zikirle silinip temizlenmiş, masivadan kurtarılmış kalptir. Kalpler ise ancak zikirle tasfiye edilebilirler.

Hülasa, huzura götüren yolun başı da zikirdir, sonu da…

Yol ile giden yol alır

Yolun başı da sonu da zikir ama kalp tasfiyesi ile baştan başlamayıp yol ile gitmeyince yol alınamıyor; sona ulaşmak müyesser olmuyor. Bu yolun usul ve erkânını öğreten tasavvuf mekteplerinden nasipdar olmayanların mizaç farkıyla izah edilemeyecek derecedeki kibir, öfke ve hırçınlıkları, bütün dinî müktesebat yahut malumatlarına rağmen tam bir huzura ulaşamadıklarını göstermeye yetiyor galiba.

En baştaki “Huzur nerede?” sualinin peşini bırakmış değiliz. Cevap bekleyenler için evliyaullahın, kâmil mürşitlerin, tasavvuf mekteplerinde belli bir seviyeye gelmiş dervişlerin hal ve tavırlarını hatırlatmakla yetinelim. Bütün dünya gailelerine rağmen yüzlerindeki tebessümü eksik etmeyen, görüldüklerinde Allah’ı hatırlatarak zikre vesile olan mübarek insanlar bunlar. Hilm ve rikkatleri, telaş ve endişeden uzak sükunetleri, kanaatkârlık ve diğergâmlıkları, itidalini kaybetmeyen duruşları, hal dili ile “Mevlâm neylerse güzel eyler” diyen, O’nun lütfu gibi kahrını da hoşlukla karşılayan şikayetsiz tavırları, dünyayı satıp ahireti almış olmanın rahatlığı ile huzurun ete kemiğe bürünmüş hali gibidirler.

Huzuru kuru vaatlerde değil, huzurlu insanların yürüdüğü yolda aramak gerekmez mi sizce de?

İtminan ve Sekinet

Ayet ve hadislerde, müminlere özgü huzur kavramı için “itminan” ve “sekinet” kelimeleri kullanılır. İtminan, hiçbir vesvese, şüphe ve evhamın bulaşmadığı tam bir imanın kalbe yerleştirdiği emniyet, rahatlık ve sükunet halidir. Kalbin iman hususunda böyle kesin bir tasdikle ikna olması, “yakinî bilgi” ile gerçekleşir. Yakîn ise zikir ve tefekkürle kalbi Allah’a bağlamak, Allah’a tahsis etmekle hasıl olur. İtminana erenlerin nefsi, “nefs-i mutmainne” mertebesindedir.

Sekinet ise Cenab-ı Kibriya’nın, Allah ve Rasulü’ne kayıtsız şartsız bağlılıkları sebebiyle müminlerin kalbine indirdiği bir nurdur. Bu nur, aleyhte gibi görünen bütün şartlara rağmen müminin kalbindeki bütün korku, kaygı ve telaşı giderir; onun kendine güvenle ferahlamasını, cesaretle fakat serin kanlı bir şekilde davranmasını sağlar. Kalbine sekinet indirilenlerin zahirî hallerinde vakar ve heybet olur.

Rasul-i Ekrem s.a.v., “Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelen topluluğa Cenab-ı Hakk’ın sekinet indireceğini” beyan buyurmuştur ki, zikir meclislerinde hissedilen huzur, bu ilahî ikramın eseri olsa gerektir.

Huzurdaki Rahatlık

Huzur halindeki rahatlık ve emniyet, dünya hayatı ile ilgili hususlardadır. Kulun sadece Allah’a güvenerek ama çalışıp üzerine düşeni yapmak şartıyla rızık kaygısı, gelecek endişesi yahut fakirlik korkusu taşımamasıdır. Ahiret hayatıyla ilgili beklentilerde ise “havf ile reca”, yani ümit ve korku arasında olmak gerekir ki, bu hal huzura mani değildir.

Huzurdaki rahatlığı konfor, sorumsuzluk yahut tembellik olarak anlamak ve huzur bulacağım diye bunların peşinde koşmak da son derece yanlıştır. Komşusu açken tok yatamayan mümin için israf ölçüsündeki lüks ve konfor huzur değil, huzursuzluktur. Aynı şekilde mümin tembellikten, boş oturmaktan, çalışmayıp başkalarına yük olmaktan huzursuzluk duyan; huzuru mükellef sofralarda değil, yorularak, ter dökerek kazandığı kuru ama helal lokmada bulan kişidir.

Mutluluk: Saadet Mi, Şekâvet Mi?

Allah Tealâ Hûd suresinin 105. ayetinde mahşer günü bir araya toplayacağı kullarının bazılarını “saîd”, bazılarını ise “şakiyy” diye adlandırıyor. Devamındaki ayetlerde ise hesaba çekildikten sonra “saîd” yani mesut yahut mutlu olanların cennete, “şakiyy” yani mutsuz olanların ise ateşe gönderilecekleri haber veriliyor. Mutluluk anlamına “saadet”, mutsuzluk anlamına da “şekâvet” kelimeleri bu adlandırmalardan hareketle girmiş dilimize. Tabiatıyla bu kavramların muhtevası da aynı ayetler çerçevesinde belirlenmiş.

Buna göre saadet, “kişinin Allah’ın hidayeti ile nihaî iyiye, en yüksek hayra ulaşmakla yaşadığı sürur hali” demektir. Nihaî iyi, en yüksek hayır, cennet ve Cemâl’e nailiyettir. Şu halde gerçek ve ebedî saadet ahirettedir.

Fakat “iki cihan saadeti” niyazımızdan da anlaşılacağı üzere ahiret saadeti yanında bir de dünya saadeti vardır. Dünya saadetini, adına ve günümüzdeki yanlış algıya aldanarak “dünyalık elde etmek suretiyle yaşanan haz”, bir eli yağda bir eli balda olma hali gibi anlamamak gerekir. Dünya saadeti de ahirete nispetledir ve maddi hazlardan yüz çevirip akla ve vahye uygun yaşamanın verdiği derunî memnuniyet hissi demektir.

Nitekim insanlık tarihinde belki en fazla yokluk, eza, cefa ve meşakkate maruz kalan Sahabe-i Kiram efendilerimizin yaşadığı zamana “Asr-ı Saadet” denildiği malumdur. Dünya saadetini bir ahlâk konusu olarak ele alan ulemamız, bunu, “ilim, hikmet, güzel ahlâk ve salih amelle uhrevî saadeti kazandıracak kemalâta ulaşma çabasının manevi hazzı” diye tarif etmişlerdir. Yine bu cümleden olmak üzere dünya saadetinin marifetullaha erme nispetinde yaşanacağı, marifetullahın en yüksek derecesine cennette ulaşılacağından, saadetin de en kâmil halinin ahirette tadılacağı söylenmiştir.

Şekavet ise kulun dünyaya aldanarak, kulluğunu unutarak, günah ve isyanla ahirete varması halinde yaşayacağı korku, panik, çaresizlik ve fayda vermeyen pişmanlık duygusudur.

Dalalet ehline yaptıkları yanlışlar dünyada iken güzel gösterildiği, böyleleri bir türlü kendilerine gelip akledemediği için, şekavet hali bu dünyada onlara saadetmiş gibi görünür. Bu hususta uyanık olmak lazımdır. Zira insanı beşeriyetinden ibaret kabul eden, ahiretin varlığına inanmayan modern anlayış, mutluluğu “beşerî ihtiyaçların en üst seviyede karşılanmasından, nefsin arzularını tatminden alınan haz” diye tanımlamakta, bu tanım bazı müslümanlarca da benimsenmektedir.

Mutlu olmak için gerçekleştirmek istediğimiz bir talebimizin peşine düşmeden önce, bunun bizi ahirette saidler safına mı yoksa şakiyyler safına mı dahil edeceğinin hesabı iyi yapılmalıdır.

İman Nuruyla Aydınlanan Kalp

Huzur, kalbin açılıp inşirah bularak genişlemesi ve ferahlamasıdır. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz s.a.v., “Kalbe iman nuru girince kalp genişler ve açılır.” buyurur. Ashab-ı Kiram’ın;

– Ey Allah’ın Rasulü! O nurun kalbe girmesinin alametleri nelerdir, diye sorması üzerine de şu üç şeyi sıralar Fahr-ı Kainat Efendimiz:

– Ebedi olan ahirete yönelmek, aldanma yeri olan dünyadan yüz çevirmek ve gelmeden önce ölüme hazırlanmak.

Bu hadis-i şerif, hem iman-huzur münasebetini göstermesi hem huzurun şartları diye de anlayabileceğimiz huzur alametlerini ifade etmesi bakımından önemlidir. Hadisten, kişinin huzurunun yani kalbindeki genişlik ve ferahlığın iman nurundan nasibi kadar olacağı manası da çıkarılabilir. İman kalbi aydınlatır, küfür ve günah karartır. Aydınlıkta ferahlık, karanlıkta darlık ve sıkıntı vardır. İmanımız ne kadar sağlam ve güçlüyse huzurumuz da o oranda olacaktır.

Toplumda Huzur

İçinde bulunulan ortam veya topluluğun kargaşa, çekişme, çatışma ve kavgadan uzak olmasını, dirlik ve uyumunu anlatmak için de “huzur” kelimesini kullanırız. Hepimiz bir aileye, camiaya, cemaate, ümmete mensup olmakla bir topluluğun üyesiyiz. Müslüman, ait olduğu topluluğun huzurunu bozmamak, dirlik ve düzeninin tesisi için çaba göstermekle de mükellef. Bunun için de toplum huzurunu sağlayan şu kurallara uymak gerekir:

• Allah’ın ipine sarılarak, ilahî ölçüler etrafında birlik olmak, ayrımcılıktan kaçınmak,

• İşleri istişare ile yürütmek,

• Hak ve hakikat çerçevesinin dışına sevk etmedikçe o topluluğun sorumluluğunu üstlenen yetki sahibi kişiye uymak,

• Topluluğun bütün mensuplarına muhabbet ve hürmetle yaklaşmak, onların hukukuna riayet etmek,

• Topluluğun selameti için belirlenmiş usul, edep ve erkânı gözetmek.


Sosyal medya:
Kaynak : Ahmet Nafiz Yaşar | Nisan 2013 |  SEMERKAND
Muhteşem Komutanlar







Finans - Borsa
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.486832.6170
Euro34.601234.7398
Köşe Yazıları

Diğer Linklerimiz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam193
Toplam Ziyaret23637834
Kim Kimdir?